Toplumsal Anomi
Türkiye sosyal, siyasal, ekonomik birçok
gerilimlerin içinden geçerek bugünlere gelmiştir. Öncelikle Çok uzun yıllar
boyunca Türkiye’nin ekonomi politiğinde hiçbir değişme olmadığını; tam da bu
sebeple henüz geleceğe doğru bir kırılma yaratacak değişimi gerçekleştiremediğini
belirtmek lazımdır.
Fakat Türkiye dış dünyadaki değişimlerle de
etkileşim halinde toplumsal düzlemde ciddi bir dönüşüme maruz kalmıştır. Bu
dönüşüm bugün farklı tezahür noktalarında bir “toplumsal çürüme” şeklinde de
izlenebilmektedir. Bu durum insanlar arası ilişkilerde ahlaki ilkeselliği
zafiyete uğratması sebebiyle bir belirsizlik durumunu derinleştirmektedir.
Öncelikle toplumda hala devam eden ve toplumsal
hayatın sürdürülmesine imkan tanıyan, bugüne miras kalmış tarihsel ve toplumsal
kodlar çerçevesinde refleksler belirleyici rol oynamaya devam etmektedir. Belki
toplumu birçok tehlikeden hala bu reflekslerin korumaya devam ettiğini
söyleyebiliriz.
Türkiye modernleşme sürecinde birkaç boyutlu fakat
derin bir değişime uğramıştır. Bu değişimlerin kanaatimizce Türkiye açısından
kırılma noktası 1980 yılıdır. 1980’ler bir kavşak noktası olarak bu değişim
boyutlarının kavşak noktasını teşkil etmektedir. Bunlardan ilki, bizzat modernleşmenin
getirdiği hayat tarzıdır. Bu hayat tarzı her ne kadar bazı dirençlere uğrasa
bile, gelinen noktada artık bir zihniyet dönüşümünü de belirli oranda
gerçekleştirmiş görünmektedir.
İkinci unsur şehirleşme olup belki etkilerinin
derinliği açısından üzerinde durulmayı hak etmektedir. Zira Türkiye nüfusu şu
anda kahir ekseriyetle şehirlerde yaşamaktadır. Şehirleşme bir konfor alanı
yaratmakla birlikte, eski sosyal ağları zayıflattığı gibi bireyselci tavırları
artırmıştır. Fakat bu minvalde meydana gelen en önemli değişim, şehre
adaptasyon tam gerçekleşmediği gibi yeni davranış örüntüleri ve ilkeleri de
geliştirilememiş olmasıdır. Dolayısıyla kırsaldaki sosyal kontrol, davranış
kodları değişmiş, fakat şehirde yenileri oluşturulamamıştır.
Thomas Hobbes bilindiği üzere siyaset felsefesinde doğal
durumda insanların bir gerilim halinde olduğundan bahseder. Ona göre doğal hak,
insanın kendi doğasını yani kendi hayatını korumak için kendi gücünü
kullanması, kendi aklı ile istediği hedeflere ulaşmak üzere hareket etmesidir.
(Leviathan, s. 103) Burada insanların bir diğerine karşı davranışını düzenleyen
ilkeler ve deneyimler henüz üretilmemiştir.
Doğrusu küresel postmodern süreç te bir yandan
tüketimi kışkırtırken diğer yandan insanın bedeni hazlarını merkeze alan bir
hayat inşa etmektedir. Haz ve tüketim birleştiğinde, bencillikler de giderek
artmaktadır. Bugün dikkat edilirse bilhassa yeni nesilde kamusal yükümlülükler
ve hatta giderek şehir hayatında kamusal ilgiler azalmaktadır.
Tüm bunlar karşısında insanların birbirleri ve eşya
ile olan ilişkilerinde ilkesellik geliştirememesi, hatta bunu sağlayacak
deneyimler üretememesi önemli sorun olarak ortada durmaktadır. Belki burada
insanları belirli sınırlar içinde tutmaya devam eden tarihsel ve sosyal
kodların kısmen mevcudiyeti belli bir koruma sağlamaktadır. Fakat bunun dışında
belki kişilerin bireysel olarak geliştirecekleri ahlakilik bir rol oynayabilecektir.
Fakat bu kişinin bilinç ve farkındalığı dışında kamusal alana etkin olarak
taşınamamıştır.
Peki, tüm bu değişimler çerçevesinde din nerede
durmaktadır? Doğrusu din ilkin kamusal etkisinin zayıflaması ve bu geçiş
döneminin soru(n)larına hala cevap verememesi sebebiyle pasif kalmaktadır.
Aslında dinin tam da bu noktada insanlar arası ilişkilerde belirleyici olan bir
ahlakilik konusunda daha aktif olması geçiş döneminin ağır sorunlarını da
hafifletecektir.