Devlet dediğimiz aygıt en azından bilebildiğimiz yazılı tarih sürecinde hatta kutsal kitaplardaki anlatımlarda insanlığa eşlik etmiş bir kavram olarak görünmektedir. Bu uzun zaman süresinde farklı yapılaşmalara konu olmakla birlikte tartışmaların odağında olmaya devam etmektedir.

İnsanların devleti algılayışları genel olarak onun neredeyse insan ve toplumdan bağımsız bir entite, hatta totalite şeklinde belirmektedir. Bu durum modern devletin içeriğinde daha da belirleyici olmuş hatta Weber devleti meşru şiddet kullanımına sahip yegane aygıt olarak tanımlamıştır. Esasen modern devletin toplumun üzerine bir totalite olarak geri dönen yapısının ağırlığı hala devam etmektedir diyebiliriz.

Esasen antropolojik olarak düşündüğümüzde insan ve toplumun devlete öncelendiğini evvelen belirtmek lazımdır. Devletin insan ve toplumdan bağımsızlaşarak böyle bir entite haline gelmesi, onun kendi özgül ağırlığını aşan bir konuma ulaşması anlamına gelmektedir. Devlet, insan toplumları içinden bir sosyolojik gerçeklik olarak doğmaktadır.

Bu bağlamda devlet, ortak ve bölünemez hizmetleri gerçekleştirmek amacıyla insanların oluşturduğu bir organizasyon şeklinde tanımlanabilir. Bu tanım, devleti insanların ortak bazı işlerini birlikte yürütmek üzere icat ettiklerini belirtir. Devletin bu sade niteliğinin korunabilmesi, fert-devlet, fert-toplum arasındaki ilişki ve denetim mekanizmalarının sağlıklı kurulması ve yönetilmesini gerektirmektedir.

Devletin bu temel amacı kaybedildiğinde, bir grubun devlete hakimiyeti, adaletsizlik, erklerin karışması vb. birçok sorunlar günümüzde de izlenebildiği üzere tezahürlerini göstermektedir. Halbuki burada her seferinde hatırlanması gereken basit bir kural bulunmaktadır; ortak ve bölünemez hizmetler adaletli bir şekilde yürütülecektir.

Devlet ile insan ve toplum ilişkisinde iki farklı anlayış izlenebilmektedir. İlki, “devlet insan içindir” şeklinde ifade edilebilir ki, insanın her halükarda devlete öncelendiği bir duruma işaret etmektedir. Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü insanın tepelendiği bir yerde devletin de zaafiyet geçireceğini söyler ki, tarihte örnekleri çoktur. İkincisi, “insan devlet içindir” şeklinde özetlenebilir ki, neredeyse modern devleti işaret etmektedir.

Yakın tarihsel süreçte kozmopolit bir yapıyı içinde barındıran imparatorluklar, farklı din, mezhep ve etnisiteyi ihtiva etmekte idiler. Devlet elbette bir gücü ifade etmektedir; fakat devletin gücü şahsi kanaatimizce içindeki sivilliğin kuvvetinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, insanın toplumsal organizasyonları, bağımsız iş yapma yetenekleri, sivil organize olma kabiliyetlerinin gelişkin olduğu oranda devlet de güçlü olur. Osmanlı örneğinde olduğu gibi, devlet burada gündelik hayatın sivilitesine müdahale etmez.

İmparatorlukların dağılmasının ardından yapılanan modern ulus-devlet bir başka sosyoloji üzerine oturmuştur ve büyük oranda her türlü toplumsallığın gerçekleştiriminde merkezileşmiştir. Bir başka deyişle, modern ulus-devlet dolayımından geçmeyen bir toplumsallık üretilemez olmuştur. Esasen geçmişten bugüne modern zamanlar,  Foucault’nun adlandırmasıyla “disiplin toplumu” ve “panoptikon” anahtar kavramlarıyla ifade edilmiştir.

Bugün küreselleşme çağında ise yeni tekelleşmiş gücü ulus-aşırı sermaye temsil etmektedir. Ulus aşırı sermaye medya ve sermaye tekeli ile “küresel” yani birbirine benzeşen bir dünya yaratma peşindedir. Küresel olmak demek, aynı hayat tarzı, giyinme biçimi, tüketim vb. unsurların tüm ülkelerdeki hakimiyeti demektir. Artık devletler küresel olanın ihtiva ettiği postmodern hayat tarzına dirençli değillerdir. Dolayısıyla ulus aşırı sermaye ile devletler arasındaki ilişkiyi devletlerin özelleştirilmesi şeklinde okuyabiliriz.