Maurizio Ferraris “Yeni Gerçeklik Manifestosu” isimli eserinde “Merhaba Dünya” isimli (Being There) filmindeki bahçıvan Chance’ın içinde bulunduğu durumdan televizyon kumandasını kurcalayarak kurtulmaya çalışması gibi, postmodern kişinin de kendini gerçeğin direncinden muaf tutmak için her şeyin toplumsal olarak inşa edildiğini, iddia etmenin yeterli olduğu kanısına değinmektedir.

İçinde yaşadığımız çağın postmodern karakteri gün geçtikçe daha çok tebellür etmeye başladı. “Postmodern” kelimesini kullanınca bazıları meseleyi sadece bir “entel”lik düzeyinde düşünmekte ve belki de gündelik hayatın içinde oldukça lüks bulmaktadır. Ancak gündelik politik tartışmaların tüm asli sorunları bastırdığı bir zaman diliminde, insanların gerçeklikten uzaklaşarak hayat, varoluş ve rızık meseleleri üzerine konuşmayı atlamaları anlaşılacak bir durum değildir. Propagandavari konuşma ve tartışmalar arasında, dünyanın ve aslında insanın kendi gerçekliğini atla(t)ması herhalde somatik bir halete denk gelmektedir. Esasen bu durum gerçekliğin bir şekilde örtülmesine işaret etmektedir. Belki şu anda gündem dışı bir yazı yazdığımı düşünüyor olabilirsiniz. Halbuki ben sadece bizim toplumumuzun değil insanlığın mustarip olduğu son derece güncel bir yazı yazıyorum.   

Postmodernlik üzerinden konuşulması gereken en temel mesele elbette hakikattir. Çünkü postmodernlik hakikat düşüncesini muğlaklaştırıp parçalamıştır. Bunun önemli sonuçlarından birisi her bir insan tekinin mikro tanrılara dönüşmesi ve insanın “doğru”luk düzeylerini belirleyecek dışarıdaki başlangıç noktasını kaybetmesidir. Aslında kadim bir problemin güncel bir karşılığını konuşmaktayız. İnsanın Tanrı ile sağlıklı ilişki düzeyini yitirmesi. 

Hakikat söz konusu olduğunda ilk konuşulacak problem; günümüzde hakikatin hem parçalı olduğu hem de sürekli değiştiği yönündeki argümanlardır. Halbuki öncelikle şunu hatırlamalıyız. Tanrı tümel bir hakikattir ve değişmez. İnsanlar çevrelerinde hep değişen âlemi ve eşyayı görerek “tekasür” üzerinden karar vermektedirler. Halbuki öncelikle yapılması gereken şey; değişende değişmeyeni aramaktır. Çünkü değişenler her zaman aldatıcı ve geçicidir.

Bilindiği üzere Platon ideler ve görünürlükler âlemi şeklinde varlık dünyasını tasnif etmişti. Görünürlükler âlemi yani içinde yaşanılan dünya değişir. Bunların sabit formları ise ideler âleminde bulunmaktadır. Fakat İslam açısından tüm âlem ve insan bir şekilde hakikatin tezahürü olup, hakikat farklı tezahürleriyle katman katman insanların karşısına gelmektedir. İşte tam da bu sebeple hakikat tümüyle kavranabilir bir şey değildir. Fakat fark edilenler bile insanı tekamül ettirmeye yetmektedir.

Tanrı’nın bir başlangıç noktası olarak kaybedilmesi ve insanların kendilerini “doğru”luğun yegane kriteri görmeleri, toplumda “ben önemliyim” mottosunu çoğaltan bir sonuç da üretmiştir. Aslında insan dünyaya dayanabilmek için psikologların muhataplarına önerdikleri “ben önemliyim” sözü üzerinden giderek “kendilerini kaybetmekte”dirler. Herkesin kendisini önemli gördüğü böyle bir dünyada daha önemli olanlar ilkler üzerinde hegemonyalarını artırmakta; ancak bu hegemonyanın üzeri örtülmektedir. Yani insanın köleleşmesinin üzeri örtülmektedir. Kitlelerin bu kadar gönüllü kölelik peşinde koşmaları da anlaşılabilir bir şey değildir.

Tüm bunlar karşısında bir sanallık içinde “mutlu olduğu”na inandırılmaya çalışılan insan, ruhunun derinliklerindeki acının hüküm sürdüğü hayatını kumanda kullanarak değiştirmek istemektedir. Buradaki temel sorun; hakikat arayışına cesaret edememesi, etmesi durumunda ise girmiş olduğu döngüden kurtulamamasıdır. Kimileri de hakikati kumandayla değiştireceğini düşünmektedir. Postmodern dünyanın insanı hasta etme pahasına tüm uğraşısı da budur.