Modern düşünce için iki anahtar kavram söyleyecek olsak, bunlar muhtemelen “insan” ve “tabiat” olurdu. Burada özellikle bu iki kavrama atıf yapmamızın sebebi; içinde yaşadığımız post/modern çağda İslam ve modernlik arasındaki ilişkide insan ve tabiatın hala önemli bir ayrım noktasını teşkil ediyor olmasıdır.
Modern dünya kendi perspektifinde insan ve tabiatı iki önemli atıf noktası olarak görmekteydi. Fakat müslümanlar bu iki kavramı içinde yaşadığımız çağda yeteri kadar kendilerini inşa etmek için değerlendirmediler. Hatta tam tersine “insan” başta olmak üzere tabiat kavramından müslümanların biraz korku duyduğunu iddia edeceğim. Batı modernitesi “insani” olanı merkeze alırken, müslüman toplumlar bunun risklerini önceleyerek bu alandaki imkanları geliştirmediler.
Modern dünyanın kuruluşunda önemli isimlerden olan Francis Bacon insanın tabiatı egemenliği altına almasından bahsetmektedir. Bu bağlamda modernleşme sürecinde tabiat birkaç açıdan önem taşımaktadır. Birincisi, kilisenin hakimiyeti karşısında bir çıkış imkanı niteliğiyle tabiat Tanrı’nın yazılı olmayan kitabı olarak bir referans ve başlangıç noktası şeklinde düşünülmüştü. Bu arada hatırlatmak lazımdır ki, bu gelişim seyrinin erken zamanlarında Batı’da Tanrı ile tabiatın arası henüz kopuk değildi.
İkincisi, buna bağlı olarak tabiat (doğa) her şeyin en ilk ve iptidai formunun bulunabileceği bir referans noktası olmuştur. Nitekim Batı’da bir dönem “doğal din”, “doğal hukuk” gibi kavramların din, hukuk, toplum vb.ne kaynaklık ettiği işlenmiştir. Söz gelimi; bugün insan haklarının genel kabulde kaynağı doğal hukuk olarak kabul edilmektedir.
Üçüncüsü, insanın tabiatı egemenlik altına alma fikri ve giderek tabiatın aşkın olandan kopuşu, insanın bugün ulaşmış olduğu sunilik ve giderek tabiat(ın)a (hem dış dünyadaki tabiat hem de insan fıtratı anlamında tabiat) yabancılaşmasını birlikte getirmiştir. İnsan ve tabiat arasında açılan bu düalite, yabancılaşmanın giderek derinleşmesi şeklinde işlemektedir. Nitekim teknoloji yapay olanı yükseltirken insanın tabiat(ıy)la buluşması giderek zorlaşmaktadır.
Bununla birlikte bugün insanın tabiatla ilişkisini değerlendirdiğimizde, Batı toplumlarının en azından kendisini kuşatan tabiatı koruma noktasında müslüman toplumlardan daha başarılı olduğunu da görmek lazımdır. Özellikle Avrupa toplumlarına gittiğinizde şehirleşme, yapılaşma ve tabiatla ilişkilerde göreli bir iyi durum söz konusudur.
Bugünden geriye birkaç yüzyıllık serüveni değerlendirdiğimizde, özellikle sanayileşme sonrasında Batı’da hava ve çevre kirliliği yaşanan bir deneyim olmuştur. Fakat küreselleşme süreciyle birlikte bu olumsuzluklar ve riskler üçüncü dünyaya aktarılmıştır. Sömürgeleşen ülkeler (ki dünyanın çoğu ülkesi bundan nasibini almıştır) tabiatla kötü bir ilişki biçimi geliştirmiş, onu hoyratça kullanmışlardır.
Bu arada müslüman ülkeler modernleşme sürecini deneyimlerken, şehirleşme ve teknolojinin getirilerine yoğunlaşırken tabiatı tarumar etmişlerdir. Söz gelimi; 1980’lerde varolan tabiat şimdi yok. Büyük oranda ranta kurban edilmiş görünmektedir. Özellikle modernleşmenin sembolik bir göstergesi kabul edilen sanayi toplumu olmak hedefi, tarım, toprak ve tabiatı geri planda bıraktırmıştır.
Bu minvalde iki önemli sonuç ortaya çıkmıştır; Birincisi, İslam’ın özellikle dikkat çekmelerine rağmen müslüman toplumlarda insan tabiata (çevre ve fıtrat) yabancılaşmıştır. İkincisi, artık tabiattaki bozulma insanın kendisini onarma imkanı bulacağı otantisitesini kaybetmiştir. Üçüncüsü ve en önemlisi ise tabiilik bir güvenlik problemi haline ge(tiri)lerek garantili Müslümanlık söylemine dönülmüştür.