İçimde yaşadığımız dünyada ve toplumda şikayet edilen sorunların nasıl halledileceğine dair sızlanmalar devam ederken, gözden kaçan önemli nokta bu sorunların devam etmesini sağlayan hatta devamını garanti eden kültürdür. Burada “kültür” kelimesiyle bir toplumda müktesebat olarak işleyen ilim, irfan, sanat vb.ne değil, özelde iş halletme tarzına atıfta bulunmaktayız.
Merhum Suriyeli düşünür Cevdet Said, “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları”nı anlatırken, bir yandan olumlu değişimler beklerken diğer yandan mevcut duruma kalım hakkı verilmesini eleştirir. Ardından insanların değişimi ömür boyu bekleyip durmalarına dikkat çekmektedir. Buradan yola çıkarak gündelik hayatın adaletinin sağlanmasında şikayet edilen ne kadar unsur varsa onlara insanların kalım hakkı verdiklerine şahitlik etmekteyiz.
Meselâ; toplumumuzda kamuda iş yapma kültürü nasıl işlemektedir? Genel olarak bakıldığında insanlar kamuda iş halletme “kültür”ünden şikayet etmektedirler. İnsanların işe geliş saatleri, halkla ilişkiler, hastanelerin işleyişleri vb. gündelik hayatın tüm hücrelerine gidildiğinde bir şikayet kendisini gösterebilir. Fakat toplumda insanlar bu kültürle iş gördüklerinden bir müddet sonra şikayetin bir parçası haline gelebilmektedirler.
Tam da bu sebeple değişimleri önemle gözlemleyen birisi olarak, neyin kısa ve uzun vadede değiş(mey)eceğine dair bir fikri sarahatim gelişebiliyor. Bu, geleceği okuma iddiasında olan bir kahin olmamdan kaynaklanmıyor. Sadece toplumda işleyen kültüre bakmamız yetiyor. Bunları belirtmemin sebebi; daha önce de “kaderini sahiplen” türünden yazdığım yazılar çerçevesinde değişimin toplumdan başlaması gerektiğini düşünmemdir.
Cevdet Said’in yukarıda belirttiğim kitabında eksene aldığı bir âyet vardır: “Bir toplumdaki fertler tek tek kendilerini değiştirmedikçe Allah da o toplumun durumunu değiştirmez.” (13/Ra’d, 11) Gündelik konuşmalara bakıldığında, insanlar ya içinde bulundukları negativiteyi bütünüyle “karşıt”lara yüklemekte, ya kendileri gibi düşünenlere güzellemeler yapmaktadır. Ancak bir türlü yeteri kadar gerçekleşmeyen iki şey vardır. Bunlar, kişinin nefsinden başlayarak değişimi ile hakikati arayış ve kabul. Bunun için de öncelikle insan gözlerini kendisine çevirmek zorundadır.
“Kaderini sahiplenmek” diye adlandırdığımız şey, şayet bir yerde değişim isteniyorsa, bunun o toplumda yaşayan tek tek fertler tarafından bir değişim arzusuyla başlaması, kendisini değiştirmesi ve bu değişimin topluma doğru sirayet etmesidir. Yani insanın kendi sorunlarını çözmek için cehd göstermesidir. Mehdi beklentileri ve söyleminden karizmatik kurtarıcı arayışlarına kadar kurtuluşu dışarıdan bekleyen bir anlayışla hiçbir meselenin çözülemeyeceğini anlayıncaya kadar iş halletme kültürü devam edecek görünmektedir.
Tam da bu noktada “garantili Müslümanlık söylemi” de devreye girmektedir. Garantili Müslümanlık, Müslümanların “islam” gibi nominal bir etiket üzerinden Allah’ın kendilerine ayrıcalık yapacağını zannederek ürettikleri bir söylemdir. Tarihin akışı ciddiyetle takip edildiğinde, toplum, tabiat ve tarihin Allah’ın bunlara yerleştirmiş olduğu ilkeler çerçevesinde işlemeye devam ettiğini bize göstermektedir. Öyle görünüyor ki, yeniden diriliş ciddi bir değişimle gerçekleşecektir.
İbn Haldun yüzyıllar önce değişimle ilgili görüşlerini ortaya koyarken, bugün de hala açıklama gücü yüksek teoriler sunmuştur. Burada İbn Haldun değişimin temel toplumsal dinamiklerine o günün konjonktürünü de analizlerine dahil ederek dikkat çekmekteydi. İbn Haldun elbette külli bir irade olarak Allah’ı tanımaktaydı. Fakat bugünden İbn Haldun okuması yapan bazı kişiler, onu din faktörüne yeterince değinmeyen seküler şahsiyet olarak yorumlamışlardır.
Ne diyelim? Yine İbn Haldun’a atıfta bulunalım: “Geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha fazla benzerler.”