Halk üzerine tasarrufun meşrûiyet şartı

İşte “hâkimiyet bilâkayd-ü-şart milletindir” umdesi ancak bu zemînde doğrudur. Zîrâ hâkimiyet, hükümrânlık sâhibi ancak ve ancak millettir, halktır, tek tek herbir vatandaştır ve idâreciler halk üzerinde hâkimiyet hakkını  başka hiçbir mevhûm kaynaktan, putlaştırılmış bir şahıstan falan değil, ancak ve bizzat halktan, milletten alırlar; binâenaleyh ona karşı mes’ûldürler; onun  rızâsını kaybettikleri ânda hükûmeti bırakmakla mükelleftirler. Mecelle’deki şu küllî kaide, bu cumhûrî esâsın pek vecîz bir ifâdesidir:

“Raiyye, yânî tebaa üzerine tasarruf maslahata menûttur”. (Küllî Kâideler, Madde 58)

Bu telakkînin bir netîcesi de şudur: Bir memlekette bütün idâreciler, bütün idâre edilenlere karşı fevkalâde hürmetkâr davranmak, aslında kendi salâhiyetlerinin nihâî kaynağının bizzat bu muhâtabları olduğu şuûruyle onlara hüsn-i muâmelede bulunmak, zayıf - kuvvetli herkesin hakkını tamâmıyle teslîm etmek mecbûriyetindedirler. 

Cumhûrî felsefe ve harekette mühim bir mevkii hâiz olan John Locke’un (1632-1704) muhâkemesi de bu istikâmettedir.

1688’de, İngiltere’de, Kralın teşriî-idârî tasarruflarına yeni tahdîdler getiren “Bill of Rights”ın kabûlü ve II. John’un yerine III. William’ın tahta geçirilmesiyle netîcelenen bir ihtilâl cereyân etmişti. İhtilâlin ardından, Locke, 1690’da, Of Civil Government (Sivil Hükûmete Dâir)” ünvânlı bir deneme neşretmiş, bunda, mezkûr İhtilâli haklı çıkaran fikirler ileri sürmüştü. Onun bu kitabdaki (“teşrîin, hürriyetin ve mülk sâhibi olmanın insanın tabiî hakları olduğu” gibi) “fikirleri, bilâhare, Amerikan İstiklâl Hareketine ve 1789 Beyânnâmesi’ne derinden têsîr etmiştir.” (Meydan-Larousse’un  “Demokrasi” maddesi)

O, ayrıca:

“Bir din seçmenin serbest olmasını ve Devlete bağlı olmamasını” müdâfaa etti. “Üç temel kuvvet (yasama, yürütme ve federatif, yani ülkenin dış işleri)  teorisini” ortaya attı. “Yürütme kuvvetiyle federatif kuvvet Devlete veya krala emanet edilir; fakat toplum parlamento tarafından kullanılan yasama kuvvetini elinde tutar.” (Hatırlıyalım ki, dîğer katkıları yanında, parlamento, İngiltere’nin Asrî Demokrasiye kazandırdığı en mühim müessesedir.)

“Özel mülkiyet Devletin yarattığı birşey olmadığından, bunun tâbi olacağı vergiler,  -toplumun bir bütün olarak kendi öz haklarını gözetme vekâletini verdiği-  Parlamento  tarafından onaylanmak gerektir.”

“İnsan, tabiat hâlinde, kendi kişisel hürriyetini elinde tutabiliyor ve emeğinin meyvasından yararlanabiliyordu. Yalnız bu hakkı güvence altına alacak bir otorite eksikti. Onun için fertler haklarının bir kısmından vazgeçmeye ve (...) yargılama ve cezalandırma  hakkını Devlete vermeye razı oldular. Fert haklarının böylece sınırlanışı bir sözleşme ile yapıldı. Kamu otoritesiyle cihazlandırılan kimseler bunu kötüye kullanamazlar. Çünki bu otorite onlara özel kişilerin haklarını korumak için emanet edilmiştir. Bu yüzden, hükûmet bunu kötüye kullanırsa toplum sözleşmesini çiğnemiş olur ve o zaman halk da başlangıçtaki egemenliğini geri alır. Bu ise, başka deyişle, onun meşru olarak ayaklanma hakkına sahip olduğu anlamına gelir.” (Prof. Gaetano Mosca, Siyasî Doktrinler Tarihi, Müt.: Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık Yl., 1963,  ss. 160-162)

Böylece:

“…1789 Beyannamesinin temel unsurları, John Locke’un eserinde tohum hâlindedir. (…Les éléments fondamentaux de la Déclaration de 1789 sont en germe dans son œuvre.)” (Y. Madiot  1991: 9)

 

9. Müşâhede: İctimâî Hayâtın Her Sâhasında, Her Kademesinde İstişâre Esâsı

Cumhûrî cem’iyet, istişârî cem’iyettir; yânî işlerin cem’iyetin her kademesinde istişâreyle, bilhâssa idâre edenlerin idâre edilenlere danışmasıyle yürütüldüğü cem’iyettir.

İstişâre esâsı, bir taraftan, hükümrânlık anlayışının bir netîcesidir. Çünki mâdemki iktidârın, hâkimiyetin asıl sâhibi ve kaynağı insanoğlunun tek tek herbir ferdidir, öyleyse kendisini alâkadâr eden hiçbir husûsta onunla istişâre etmeden karâr verilemez. Tabiî ki imkân dahilinde...

Dîğer taraftan, Demokrasinin temelindeki İlim Zihniyeti ve ilmî tesbîtlere müstenid Yüksek Tefekkür (Felsefe) de cem’iyetle alâkalı her çeşid tedbîrin istişâreyle alınmasını îcâb ettirir. Çünki İlim Zihniyeti ve ilmî tesbîtlere müstenid Felsefe, yeryüzünde -mutlak değil- sâdece izâfî hakîkatlere ulaşılabileceğini, hakîkatin kimsenin inhisârında olmadığını, bütün “hakîkatler”in tartışılabilir olduğunu, binâenaleyh kimsenin “tek doğru yol benim yolumdur” veyâ “benim hakîkatim dışında hakîkat yoktur” demiye hakkı olmadığını pek güzel gözler önüne sermişlerdir. Her hakîkatin araştırılmasında “usûlî şüphe (le doute méthodique)” esâstır ve ulaşılan her hakîkat de kendi içinde az-çok bir yanılma payı taşımaktadır.

İşte gerçek “demokratik diyalog”, yânî yapıcı, tarafları zenginleştirici fikir teâtîsi de ancak bu zihniyet, bu telakkî, bu tavırla ortaya çıkar. Aksi, bir “sağırlar diyaloğu”ndan ibârettir.

Demek ki bir karâr ne kadar çok ve seviyeli istişâre ile alınırsa o nisbette isâbetli olma ihtimali mevcûddur. Bu yolla alınan karâr yanlış çıksa bile, bu yanlışın mes’ûliyeti alâkadâr bütün taraflara âid olacak ve kimsenin de şikâyete hakkı bulunmıyacaktır.

Meşveret (veyâ istişâre, danışma, fikir teâtîsi) esâsı, aynı zamânda cumhûrî Kesretcilik anlayışının da neticesidir. Zîrâ Vicdân Hürriyeti ve Farklılık Hakkı çerçevesinde ve cumhûrî hudûdlar içinde herkesin farklılıklarını muhâfaza etmesi, kanâat, hüviyet, cemâat farklarının meşrû addedilmesi ve buna muvâzî olarak cem’iyet idâresinde kuvvetler ayrılığı umdesinin cârî olması, peşinden, gâyet mâkûl olarak, işlerin cem’iyetin bütün kesimlerine danışarak, her kesimle mütemâdî fikir teâtîsi yaparak yürütülmesi umdesini getirir.

Sâbık Fransız Cumhûr Reîsi Valéry Giscard d’Estaing, yukarıda da atıfta bulunduğumuz Démocratie française (Fransız Demokrasisi) ünvânlı eserinde, Demokrasinin kesretcilik ve istişâre (consultation) cephesini çok güzel îzâh etmiştir. Hülâsaten naklediyoruz:

“Bir Cumhûrî Hürriyetler cem’iyeti, [Cumhûrî Hürriyetlerin, yânî İnsan Hakları mefhûmunun  mantıkî bir netîcesi olarak] iktidârın kesretci bir yapıda olmasını elzem kılar. Fakat bu Kesretcilik sâdece siyâsî planda kalamaz; onun küllî olması iktizâ eder. (Une société de libertés démocratiques nécessite une structure pluraliste du pouvoir. Mais ce pluralisme ne saurait être seulement politique: il doit être total.)”  (Giscard d’Estaing  1976: 93)

Giscard d’Estaing’e göre, “Küllî Kesretcilik (le pluralisme total)”:

“Kesretciliğin  ictimâî hayâtın her sâhasında cârî olması”, “bilhâssa cem’iyetteki şu dört büyük kuvvetin (iktidârın) birbiriyle karışmamış olması” demekdir:

- Devlet iktidârı;

- İktisâdî iktidâr;

- Kitle teşkîlâtlarının iktidârı;

- Kitle haberleşme iktidârı.

Yesevi

Fransa’nın 1974-1981 senelerinin Cumhûr Reîsi Valéry Giscard d’Estaing, (bizim de çok istifâde ettiğimiz) kitabının kapağı ve başlangıcı…

***              

Devlet iktidârının kesretci yapıda olması demek, Devlet otoritesinin yeteri kadar kuvvetli olması, yânî Devletin umûmî menfâatin aleyhine olarak herhangi bir menfâat grupunun baskısına boyun eğmemesi, bütün vatandaşların hürriyetinin têmînâtı olarak herkese -korku ve şarlatanlıkla değil-  gönül rızâsıyle kendini saydırması, teşriî, icrâî, kazâî kuvvetlerin fiilî ayrılığına ilâve olarak Devlet idaresinde –bilhâssa mahallî idâreler planında- mümkün mertebe adem-i merkeziyet (décentralisation) esâsının uygulanması, hür muhâlefet, siyâsî iktidârda münâvebe (alternance) esası, siyâsî karârların cem’iyetin alâkadâr bütün kesimleriyle istişâre ederek alınması (consultation), ordunun, mekteblerin, idârî teşkîlâtın siyâsî fırkalara (aynı zamânda onların ideolojilerine, felsefelerine, programlarına) karşı bîtaraf (neutre) olması (bu müesseselerde partizanlık yapılmaması; binâenaleyh bütün şümûlüyle Vicdân Hürriyetinin tatbîk edilmesi) demekdir...

Kitle teşkîlâtlarının iktidârı; Devlet güdümünde olmıyan siyâsî fırkalar ve yine siyâsî iktidârdan müstakil sendikalar, tüketici teşkîlâtları, dernekler, husûsî mektebler, dînî cemâat teşkîlâtları, farklılık hakkı, v.s. hâlinde tezâhür eder.

Kitle haberleşme iktidârı, hür ve çok sesli kitle haberleşme vâsıtalarının (mass media, les médias) teşkîl ettiği büyük kuvvettir.

İktisâdî iktidârın müstakil bir kuvvet olması ise, hür teşebbüs, istihsâl vâsıtalarının husûsî mülkiyeti ve bu mülkiyetin halk kitlelerine yayılmış olması, iktisâdî hayâtta mümkün olan en geniş şekilde  -dâhilî ve hâricî- rekâbet esâsı, Devletin ancak yumuşak bir  planlama ve (en üst seviyede, hakîkaten elzem olan sâhalarda) daha ziyâde yönlendirici / murâkabe edici siyâsetler tâkîbiyle iktisâdî hayâta müdâhale etmesi, kezâ ictimâî sigorta, işsizlik sigortası, yaygın şekilde mesken mülkiyeti, çalışanların şirket idâresine iştirâki gibi şeylerdir... (Giscard d’Estaing 1976: 95-157)

Giscard d’Estaing, bu meyânda, Cumhûrî Devletin iktisâdî hayâta müdâhale şeklini ve sınırlarını îzâh ederken, çok aydınlatıcı bir teşbîh yapıyor: Vücûdumuza nisbetle beynimizin mevkii... Şöyle ki:

Eğer her nefesimiz, her adımımız, v.s. şuûrlu bir karâra merbût bulunsaydı, bunun netîcesi, derhâl vücûdumuzun felc olması olurdu. Halbuki teneffüs, görme, yürüme gibi bütün temel fonksiyonlar gayr-i şuûrî bir şekilde îfâ edilmekte, beyin ancak bir aksaklık olduğu zaman teyakkuza geçmektedir. Bu otomatik mekanizmalar, bizim, vücûdumuz üzerindeki hâkimiyetimizi azaltmak şöyle dursun, aksine bunun şartıdırlar; ancak bu takdîrdedir ki beyin kendini rahatça bütünün idâresine hasredebilmektedir.

İşte memleket iktisâdının işleyişi de bunun gibidir. Nitekim  (“otoriter planlama” usûlünde olduğu gibi) filanca malı istihsâl etmek, filanca yatırımı yapmak, filanca fiyatı veyâ ücreti tesbît etmek gibi en basît (en élémentaire) karârlar dahi cem’iyetin tepesindeki bir merkezî otorite tarafından alınmıya kalkıldığında, bunun netîcesi, iktisâdî faâliyetler üzerinde daha büyük bir hâkimiyet kurulması değil, sadece büyük bir müessiriyetsizlik ve isrâf olmakta, binâenaleyh iktisâdî hayât sekteye uğramaktadır.  Oysa Cumhûrî Nizâmda rekâbet ve piyasa mekanizması esâstır; ama piyasa tamâmen başıboş da bırakılmamıştır. Devlet (Fransız Demokrasisinde olduğu gibi) “yumuşak planlama” usûlüyle, her şeye karışmadan, iktisâdî hayâtı yönlendirir ve ehemmiyeti hâiz her karâr da iktisâdî ve ictimâî hayâtın alâkadâr bütün kesimleri ve mes’ulleriyle yoğun müzâkere ve istişâreler sonunda alınır. Böylece memleket iktisâdının temelinde otomatik mekanizmalar bulunur; ki bunlar, rekâbet ve serbest piyasadır… Fakat bütün bu kendiliğinden (spontané) faâliyetler, Devletin kullandığı (yumuşak planlama, mâlî siyâsetler, teşvîkler gibi) bir takım yönlendirme ve murâkabe vâsıtalarıyle şuûrlu (conscient) siyâsete tâbi olur ve bu sûretle onun tarafından düzeltilip tamâmlanır. Demek ki kesretci cumhûrî cem’iyet, kendini birtakım kör kuvvetlere terk etmiş değildir;  hem daha verimli, hem de ictimâî adâlete daha muvâfık sûrette işlemesi için aksaklıkları mütemâdiyen düzeltilen bir serbest piyasa iktisâdına sâhibdir ve bu bakımdan Klasik Liberalizmden çok farklı bir mevkidedir. (Giscard d’Estaing 1976: 115-119 et 44-46)

Cumhûrî Nizâmın hayâtî ehemmiyeti hâiz bu istişâre veyâ meşveret esâsı, İslâmî Hükûmetin başlıca bir umdesi olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de de emredilmiştir:

“Sen Allâh’ın rahmetiyledir ki onlara mülâyemetle davrandın. Şâyed kaba, katı yürekli olsaydın, etrâfından dağılıp giderlerdi. Onların hatâlarını sil, kendilerini afvet! İş husûsunda onlarla istişâre et (Şâvirhüm fî’l-emr)! Sonra da azmettin mi artık Allâh’a tevekkül et! Allâh mütevekkilleri sever!” (Âl-i İmrân -3-: 159)

Yine Kitâbullâh’ta, sahîh Müslümanlar güzel hasletleriyle târif ve medhedilirken, (meâlen) şöyle buyuruluyor:

“Onlar, Rab’lerinin dâvetine icâbet eder, namazlarını kılarlar. İşleri aralarında şûrâ iledir (Emrühüm şûrâ beynehüm) ve kendilerine rızk olarak verdiklerimizi infâk ederler.” (Şûrâ -42-: 38)