Müslüman (ki Hakk’a tapar, Hak̆îkat̃ ehlidir, Hak ve Hak̆îkat̃ sevdâlısıdır), makyavelist veyâ tak̆iyyeci olamıyacağı gibi, oportünist veyâ konformist de olamaz!

● Makyavelizmin (“machiavélisme” < Machiavel / Fl̃oransalı İtalyan siyâset feylesofu Machiavelli -1469/1527-) Fransızların en mûteber l̃ugat̃i olan Le Petit Robert’deki târifi şudur: “Makyavel’in doktrini:  Kullanılacak vâsıtalar hakkında ahl̃âk̆î endîşe duymadan müessir şekilde hük̃ûmet etme san’at̃i”. Kezâ: “Maksadına ulaşmak için hîleye mürâcaat eden, sûiniyetle davranan, vaad̃lerini umursamıyan bir şahsın tavrı”… Makyavelizmin vecîz bir ifâdesi şu düstûrdur: “La fin justifie les moyens (Gâye, vâsıtaları mübâh kılar)”. İsl̃âmın siyâset düstûru ise bunun zıddıdır: Bir gâyenin haklı olup olmadığını anlamak için evvel̃â ona ulaşmak maksadıyle kullanılan vâsıtalara dikkat ediniz: Ancak meşrû, yânî ahl̃âk̆î vâsıtalar kullanan bir gâyenin haklı olma ihtimâl̃i vardır… İhtil̃âl̃cilik, komitacılık, darbecilik, fesâdcılık (“conspiration”, kompl̃oculuk), kumpasçılık, hattâ zorbalık, tahakküm, harbperverlik (“bellicisme”), jenosidcilik, v.s. de hep makyavelist, hep ahl̃âk̆î kıymetleri umursamıyan siyâset ve davranış telak̆k̆îsinin uzantılarıdır ve bunların hepsi, Sahîh Müslümanlık noktainazarından merdûddur, l̃ânetlidir, eşedd-i harâmdır. (Müslümanın ihtil̃âl̃ci, komitacı, v.s. değil, sâdece ve sâdece “muslih”, yânî ısl̃âhatçı ve ahl̃âk̆î siyâset tâk̆îbcisi olabileceğine dâir musâhabemiz –“notre exposé”-, Yeni Söz’ün 20 Aralık 2017 ilâ 9 Ocak 2018 târihli nüshalarında 21 tefrika hâl̃inde neşredilen “Kemalizm, İsrâil’in Kuruluşuna Nasıl Yardım Etti?” başlıklı çalışmamızın 23.12.2017 târih ve 4 No’lu tefrikasında “31 Mart Vak’ası Bir İttihâdcı Tertîbiydi” ara başlığı altında mündericdir.)

● Oportünizmin (“opportunisme”) Le Petit Robert’deki târifi: “Îcâbında umdeleri çiğnemek pahasına, mevcûd şartlardan en iyi şekilde istifâde etme siyâseti.” Kezâ: “Tavrını mevcûd şartlara nazaran ayârlıyan, (bu çerçevede) umdelerini ânlık menfâat̃ine fedâ eden şahsın davranışı (ki ona oportünist denir).”

● Konformizm (“conformisme”; kelimenin Le Petit Robert’deki düşük değerli –“péjoratif”- mânâsı): “Muhîtinin fikir ve teâmüllerine tâbi olan bir şahsın pasif tavrı”. † Bizim -ictimâiyat tedk̆îk̆lerine müstenid- târifimiz: Rahata düşkünlük; umûmiyetle, insanların, sînesinde yaşadıkları toplulukla ters düşerek (onun umûmî kabûl̃lerinin, kâidelerinin dışına çıkarak) rahatlarını bozacak, alıştıkları hayât tarzını altüst edecek, o topluluğun muhtelif müeyyidelerine mârûz kalmalarına sebeb olacak yeni fikirleri (bunlar, isbât edilmiş hak̆îkat̃ler olsalar bile), farklı davranış şekillerini benimsemekden kaçınma temâyülünde olmaları…

● Tak̆iyye: Kitâbullâh’ın buna ruhsat verdiğini iddiâ ederek, -derece derece- konformist, oportünist ve makyavelist bir tavırla isl̃âmî düstûrları têvîl ederek yaşama ve siyâset yapma, hattâ bunu Dînin bir rüknü hâl̃ine getirme tavrı… Hâl̃buki Kur’ân-ı Mübîn (Nahl -16-: 106; Mü’min -40-: 28, v.s.), sâdece, hayâtî tehlikeye, ağır şiddete, büyük zarâra mârûz kalan Müslümanın, umûmiyetle İsl̃âma, Ümmete, başka mâsûmlara zarâr vermemek, ferdî seviyede kalmak şartıyle ve zarûret mik̆dârınca isl̃âmî hüviyetinden tâvîz vermesine rızâ gösterir, ruhsat verir. Bununla berâber, üstünlük, Ashâb-ı Uhdûd’dadır (Bürûc Sûresi -85-).

Allâh-ü Teâlâ buyurur (meâlen):

֍ «İnsanlar ‘îmân ettik’ demeleriyle bırakılıp imtihân edilmiyeceklerini mi sandılar?» (Ankebût -29-: 2) [Hâlik̃, Alîm, Kadîr, Âdil, Rahîm, Vedûd Rabb’imizin sıfatlarının bir tezâhürü olarak yaratıldık ve yaratılış hikmetimiz, iyi ve kötünün bir arada bulunduğu bu nâkıs, bu kusûrlu âlemde imtihân edilmek, imtihân netîcesinde ya –muhtelif dereceleri, makâmlarıyle- Cennete –ve Cemâl̃ullâh’a- nâil olmak, ya da –muhtelif derekeleriyle- Cehenneme müstehak olmaktır. Kur’ân-ı Hakîm’den istinbât ettiğimiz bu felsefenin –imtihân felsefesi- îzâhı için şu eserimize mürâcaat edilebilir: Kur’ânî Milliyet Telak̆k̆îsi ve Irkçılık Sapması, Ankara: Kurtuba Yl., 2015, ss. 64, 147, 346-360.)

֍ «Muhakkak ki siz mallarınızla, canlarınızla imtihân olunacak, (bu meyânda) sizden evvel kendilerine Kitâb verilenlerden ve şirk koşanlardan pek çok incitici sözler işiteceksiniz! Şâyed sabreder, ittikâ ederseniz, işte bu, azmolunacak umûrdandır!» (Âl-i İmrân -3-: 186) [“Letüblevünne fî emvâliküm ve enfisüküm”: Muhakkak ki siz mallarınız ve nefislerinizle (canlarınızla) imtihân olunacaksınız! “Veminellezîne eşrek̃û”: Şirk koşanlardan, Müşriklerden… “Ezen kesîren”: Pek çok incitici sözler, hakâretler… “Ve in tasbirû vetettekû”: Zorluklara, ezîyetlere sabırla göğüs gerer, takvâ üzere olursanız…  “Umûr”: İşler…]

֍ «Muhakkak ki sizi biraz korku, açlık ve mallardan, canlardan, kazanclardan eksilme ile imtihân edeceğiz! Sabredenleri tebşîr et!» (Bakare-2-: 155) [“Ve leneblüvenneküm”: Muhakkak ki sizi imtihân edeceğiz! “Ve naksın”: Noksânlıkla, eksilme ile… “Velenfüsi”: Nefislerden, canlardan… “Vessemerâti”: Semerelerden, mahsûllerden, kazanclardan… “Vebeşşirissâbirîn”: Sâbirleri, sabırlı olanları, sabredenleri tebşîr et, müjdele!]

֍ «Hoşunuza gitmediği hâl̃de size kıtâl̃ yazıldı! Ola ki hoşunuza gitmiyen bir şey sizin için hayır, hoşunuza giden bir şey de şerdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz!» (Bakare -2-: 216) [“Kütibe ‘aleykümülkıtâlü”: Size kıtâl̃ (> mukâtele), vuruşma, savaş yazıldı, farz kılındı… Türkcemizde aynı sülâsî cezirden (kaf, te, l̃am) dîğer kelimeler: Katil, kâtil, katletmek, katliâm, maktûl̃… “Ve ‘asâ en tekrehû şey’en ve hüve h̆ayrün leküm”: Ola ki kerîh gördüğünüz (istikrâh ettiğiniz), hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlıdır… “İkrâh” etmek: Tiksinmek, nefret etmek… Kelimenin zorlama, cebir mânâsı: “Lâ ikrâhe fî’d-dîn: Dînde zorlama yoktur!” (Bakare -2-: 256) “İnsâna sadâkat̃ yakışır görse de ikrâh / Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh” (Ziyâ Paşa) “Ve ‘asâ en tuhıbbû şey’en ve hüve şerrün leküm”: Ola ki sevdiğiniz bir şey de, sizin için şerdir… “Tuhıbbû” < “Hubb” > “Hubbullâh”: Allâh sevgisi… “Hubbülvatân”: Vatan sevgisi… Türkcemizdeki “muhabbet”, “habîb” ve “muhibb” de aynı sülâsî cezirdendir (ha, be, be)… “Vallâhü ya’lemu ve entüm lâ ta’lemûne”: Allâh bilir, siz bilmezsiniz; mutlak ilim sâhibi sâdece Allâhdır (O, Alîmdir), sizin bilginiz ise izâfîdir, mahdûddur; bu mahdûd bilgi sizi yanıltabilir; binâenaleyh Kitâbullâh’da doğrusu bildirilen bir husûsta ona ittibâ ediniz! İnsanın mahdûd akıl ve ilme mâlik oluşu ve gayba vâkıf olamaması hasebiyle hâdiselerdeki İl̃âhî hikmetlerin onun tarafından ancak kısmen keşif ve idrâk̃ edilebileceği mevzûu, bilhassa -üç kıssa ile- Kehf Sûresi’nde -18. S.- işlenmiştir. Şu var ki insanoğlu, mahdûd akıl ve ilmiyle amel etmekle mükelleftir ve Vahiyle, yâni Kur’ân-ı Hakîm’le aydınlanmış akıl, dîğerlerine nisbetle, daha az yanılmıya müstâiddir. (Biz buna “Vahye Müstenid Tecrübî İlim Usûlü” diyoruz…) Yine aklımız ve ilmimizle Vahye müstenid olduğuna kanâat̃ getirdiğimiz, îmân ettiğimiz Kitâb-ı Münzel hâricindeki hiçbir iddiânın Vahyî mâhiyette olduğunu kabûl̃ ve ona ittibâ edemeyiz. Dîğer taraftan, dünyâda cereyân eden hâdiselerdeki İl̃âhî hikmetleri ancak kısmen keşif ve idrâk̃ edebileceğimiz tesbîti, bizi, Allâh’a karşı mühim bir ahl̃âk̆î tavra götürür: Kendi irâdemiz hâricinde başımıza gelen birtakım fel̃âketler (şahsî, âilevî veyâ millî fel̃âketler ve tabiî âfetler) karşısında (“L̃âyık olmadığımız hâl̃de Allâh bizi nîçin bu bel̃âlara dûçâr etti?” veyâ “Nîçin onları def’etmek için bize yardım etmedi?” gibi muhâkemelerle)  Allâh’a isyân gibi bir dal̃âlete sürüklenmemek, mütevekkil olmak, yânî bir taraftan acımızı hafîfletmek için yine O’na ilticâ eder, O’na inancımızdan kuvvet alırken, dîğer taraftan da fel̃âketlerle baş etmek için elimizden gelenin âzamîsini yapmak, ayrıca, bu fel̃âketlerde dahl̃i veyâ ihmâl̃i olan insanlar varsa,  adâlet çerçevesinde onlardan hesâb sormakta gevşeklik göstermemek… Bir de şu tesbît: Biz nâkıs, biz nâçîz kulların, Alîm ve Kadîr Hâlik̆’ımızdan hesâb sormıya kalkışmamız, ancak Tâğûta yakışır bir haddinibilmezlik olmaz mı? Ve nasıl olur da, bâzı hâdiselerdeki, bâhusûs başımıza gelen fel̃âketlerdeki İl̃âhî hikmetleri kavrıyamıyoruz veyâ İlâhî sıyânet ve inâyete mazhar olamıyoruz diye O’nu ink̃âra yeltenebiliriz? Düşünmeli ki o ne Hakîm, ne Rahîm İl̃âhdır ki bizi Kendisine isyân edebilme kâbiliyetiyle yaratmıştır ve nice isyânlarımıza rağmen, bizi hemen cezâlandırmıyor, bize mühlet veriyor!] (Kemalizmin “Târih Tezi” ve “Güneş-Dil Teorisi” HurâfeleriYeni Söz, 14-18.2.2022/4-8)

(1997’de kaleme almış olduğumuz metne Şubat 2022’de neşredilen mezkûr çalışmamızdan yaptığımız ilâve burada bitiyor.)

 

14. Müşâhede: Cumhûrî Nizâm, İnsan Haklarına, İnsan Hakları da Allâh Ak̆îdesine İstinâd Eder

İnsan Hakları, yakın zamânlarda, Allâh ak̆îdesine istinâd ettirilmeden de müdâfaa edilmekle berâber, onların ortaya çıkışında, insanların zihninde şekillenmesinde ve cem’iyetlerde yer etmesinde, Allâh ak̆îdesinin başlıca müessir olduğu târihî bir vâkıadır. Kezâ, bütün bir târih boyunca, bütün insanları sevgiyle yaratan, seven ve sevilen, merhametli, âdil bir Allâh’a inanan insanlar, İnsan Haklarının en harâretli müdâfi ve tatbîkçileri olmuşlardır.

Bu müşâhedemizin en câlib-i dikkat misâllerinden birini yukarıda zikretmiştik. Kadîm Mısır’da, Güneş Mâbûdu Râ’nın ağzından yazılmış ve Eski İmparatorluğun (M.E. 2575 - 2134) yıkılmasından sonraki ara devre (M.E. 2134 - 2040), yânî günümüzden dröt bin sene kadar evveline âid bir mukaddes metinde bütün insanların müsâvî ve birbirlerine benzer sûrette yaratılmış oldukları beyân ediliyordu:

“Dört rü’zgârı yarattım ki her yaşıyan insan ondan hemcinsi kadar teneffüs edebilsin. Suların taşmasını yarattım ki onda fakîrler de zenginlere müsâvî haklara sâhib olsun. Bütün insanları birbirlerinin benzeri bir sûrette yarattım. Onlara, kötülük yapabileceklerini söylemedim; onların kalbleri kânûnlarımı çiğnedi. İlh…” (UNESCO, Histoire de l’humanité -Beşeriyet Târihi- 1967: I/595-596)

Burada, sâdece, Garb Âleminde cumhûrî felsefenin gelişmesinde Allâh ak̆îdesinin têsîrine dâir birkaç misâl zikretmekle iktifâ edeceğiz.

Filhak̆îka, Asrî Demokrasi, bütün Garb Âleminde, insanları -haysiyet cihetiyle- birbirlerine müsâvî ve severek yaratan âdil bir Tanrı inancından alınan mânevî kuvvetle serpilip gelişmiştir. Demokrasinin bu mânevî (metafizik) cephesini görmezlikden gelmek, ancak Demokrasiyi şahsî veyâ zümrevî ihtirâslarının manivelası yapmıya çalışanların harcıdır.

 

Avrupa’da Asrî Demokrasi felsefesinin teşekkülünde İslâm Medeniyetinin têsîri

Bu meyânda, şu husûsa da dikkat etmek lâzımdır ki Avrupa’da Asrî Demokrasinin teşekkül ve tekâmülünde, Kur’ân’ın insâniyetperver rûhunu iyi kavramış bir kısım İslâm feylesof ve zâhidlerinin de büyük têsîri vardır. Bu têsîrin ehemmiyetine, burada birkaç def’a atıfta bulunduğumuz İnsan Hakları kitabının müellifi Prof. Yves Madiot da, kısaca dikkat çekmektedir:

“Hürriyet fikri, 700 ilâ 1200 senelerinde ilmî ve felsefî sâhalarda parlak bir medeniyetin sâhibi olan İslâm Âlemi üzerinden intişâra devâm etti. Yunan mîrâsı, geniş mikyâsta istihâle etmiş ve zenginleşmiş olarak, Haçlı Seferleri, ticâret ve seyâhatler sâyesinde Avrupa’ya döndü ve 12. asırda, hür düşüncenin inkişâfının kısmen menşêini teşkîl etti. Hürriyet fikri, dînî nefretlere ve harblerin sebeb olduğu büyük acılara, bölünmelere rağmen gelişmiye devâm ediyordu. (La diffusion de l’idée de liberté fit un détour par l’Islam qui, de 700 à 1200, correspondit à une civilisation brillante dans les domaines scientifiques et philosophiques. Par les croisades, par le commerce et les voyages, l’héritage grec, considérablement transformé et enrichi, revient en Occident et sera, en partie, à l’origine du développement de la libre pensée au XIIe. Au-delà des déchirements guerriers et des haines religieuses, l’idée de liberté continuait de se développer.)

“Fikirlerin tedâvülü pek yavaştı. 12 ve 13. asırlarda kitablar pek pahalıydı. Kitâb-ı Mukaddes’i istisâh etmek için bir sene, onu satın almak için bir mahalle papazının bir senelik maaşı lâzımdı ve henüz büyük kütübhâneler kurulmamıştı. Cluny Kütübhânesi’nde 570 cild mevcûddu. Fakülte kütübhâneleri ise, ancak 12. asrın sonlarında têsîs edilmiştir. En büyük kütübhâneler İspanya’da [Endülüs’de] bulunuyordu. Şimâlî Avrupa’daki muhtelif fikrî cereyânlar bu kütübhânelerden feyz alıyordu. (La circulation des idées restait très lente. Au XIIe et au XIIIe, les livres étaient fort chers. Il fallait une année pour copier une bible, une année de revenus d’un prêtre de paroisse pour l’acheter et les grandes bibliothèques n’étaient pas encore constituées. Celle de Cluny possédait 570 volumes et les bibliothèques des Facultés n’ont été créés qu’à partir de la fin du XIIe. Les plus grandes bibliothèques se trouvainet en Espagne et elles ont alimenté les divers courants intellectuels de l’Europe du Nord.)

“12 ve 13. asırlarda, Arabca ve Yunanca metinlerin evvelâ İbrânîceye ve İbrânîceden Latinceye veyâhud doğrudan doğruya Latinceye muazzam bir tercüme faâliyeti cereyân etti. (Au XIIe et au XIIIe, il y eut un énorme travail de traduction de textes arabes et grecs en hébreu, puis de l’hébreu en latin, ou directement en latin.)” (Madiot 1991: 13)

Avrupa’da Asrî Demokrasinin teşekkül ve tekâmülünde İslâm Medeniyetinin rolüne dâir bu fevkalâde mühim bahsin müstak̆il bir eserde derinlemesine işlenmesi temennî edilir…

 

Hıristiyanlıktaki Rahîm ve Âdil Allâh inancının, cumhûrî felsefeye têsîri

Garb Âleminde cumhûrî felsefenin gelişmesinde Hz. Îsâ’nın (“Dağdaki Vaaz”ıyle) İncil’de yankılanan sevgi mesajının ve o mesajın rûhuna uygun olarak Hıristiyanlığın cumhûrî tefsîrinin têsîri çok daha âşikârdır. (Hz. Îsâ’nın -İnsanlığın zirvesini teşkil eden- o âbidevî “Dağdaki Vaaz”ını, daha evvel Sevgi Peygamberi kitabımızın  -Ankara: Hakîkati Arayış Neşriyâtı, 1996- “Hz. Muhammed’in Başlıca Misyonu: Güzel Ahlâk” başlıklı 17. Bölümünde nakletmiştik.)

1-28

“Asrî Demokrasinin Felsefesi” başlıklı çalışmamızı kaleme alırken hâssaten çok istifâde ettiğimiz ve ik̆tibâslar yaptığımız kitablardan birkaçı…

***