“Millî Şef”: “Hâkimiyet-i milliye, efkâr-ı umûmiye sözleri bir takım süslü kelimelerden ibârettir”

Totaliter Zihniyet ve Sabataî terbiyesi îcâbı, Müslüman halka hitâb ederken kullandıkları ifâdeler ile kendi mahrem muhîtlerinde kullandıkları ifâdeler birbirine zıddır. Bu husûsta “Ebedî Şef”in Râdifesi, bir başka misâldir.

“Tek Adam”ın “Mûtâd Zevât”ından, İstiklâl (daha doğrusu Tedhîş) Mahkemeleri Âzâsı, Gazianteb Meb’ûsu, Mustafa Kemâl’in İş Bankası’nın idârecilerinden Kılıç Ali (İstanbul, Beşiktaş, 1885 – a.y., 14.7.1971, Şişli C., Zincirlikuyu Mez.) anlatıyor:

“Bir gün toplanmış olan ve benim de dahil bulunduğum bir Fırka Divanında, İmalât-ı Harbiye Fabrikasında yapılan kadro dolayısıyla açıkta bırakılan amelelerin vaziyeti müzakere mevzuu olurken, İsmet Paşa, ameleyi himaye eden Recep Peker merhuma kızarak:

‘- Hâkimiyet-i milliye, efkâr-ı umumiye sözleri bir lâfz-ı muraddan ve bir takım süslü kelimelerden ibarettir! Böyle bir şey yoktur! Bütün dünyada carî ve mukadder olduğu gibi, mesele, okur-yazar denilen ekalliyetin, okuması, yazması olmıyan ekseriyeti idare etmesidir! Ekalliyet denilen okur-yazarların da başlarına menfaat yularını geçirip Hazine yemliğine bağladın mı, bütün idare yoluna girer ve muntazam işler!” dedi. (Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul: Sel Yl., Atatürk Kütüphânesi: 2, 1955, ss. 54-55. Bu kitab, Mart 1998’de, Cumhuriyet gazetesi tarafından da neşredilmiştir. Bahis mevzûu sözler, işbu baskının 67. sayfasındadır.) (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 24.11.2019/424)

 

Şükrü Kaya: “Dînler, işlerini bitirmiş, vazîfeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayâtiyet bulamıyan müesseselerdir… Biz diyoruz ki, dînler, vicdânlarda ve mâbedlerde kalsın, maddî hayât ve dünyâ işine karışmasın! Karıştırmıyoruz ve karıştırmıyacağız!”

Kemalist Rejimin pek nüfûzlu Dâhiliye Vekîli, Beynelmilel Mason Mâbedinin 33 dereceli sâliki Şükrü Kaya (1883-1959), Totaliter Rejimin fikriyâtına tercümân olarak, Meclis'de, 3 Aralık 1934 günki nutkunda, dînler hakkında şu hükmü vermişti:

“Dînler, işlerini bitirmiş, vazîfeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayâtiyet bulamıyan müesseselerdir.”

Aynı nutkunda, “İrticâ”ın Totaliter Zihniyete gâyet muvâfık bir târifini de yapmıştı:

“[Kemalist] İnkılâbın emirlerini yapmamak irticâa hizmet etmek, mürteci olmak demektir…”

Mustafa Kemâl'in bu hâs adamı, “Ebedî Şef”inin TBMM'deki son nutkundan dokuz ay evvel, 5 Şubat 1937'de, bu def'a, Kemalist Fırka'nın oklarla ifâde edilen “Altı Umde”sinin (Laiklik, v.s.) Kânûn-i Esâsî'ye dâhil edilmesi hakkındaki kânûn lâyihasını, “Büyük Şef” ve Başvekîl tarafından vazîfelendirilmiş olarak, Fırkası nâmına müdâfaa etmek üzere Meclis'de îrâd ettiği heyecânlı hitâbesinde, Kemalist olmanın Materyalist olmak mânâsına geldiğini bildiriyor, “dînlere” (hakîkatte sâdece Müslümanlığa) ictimâî hayâtta hiçbir söz hakkı tanımıyor, dînî inancları vicdânlarda mahbûs kalmıya, binâenaleyh ademe mahkûm ediyordu. Kemalizmin bu sözcüsüne nazaran, kânûnlar, hiçbir sûretle Dînden mülhem olamaz, dînî bir endîşeyi kaale alamaz; kânûn vaz'ında esâs olan Laiklik, yânî Materyalizmdir:

“Mâdemki târihte Deterministiz, mâdemki icrââtta Pragmatik Maddiyetciyiz, o hâlde kendi kānûnlarımızı kendimiz yapmalıyız! Kendi cemâatimizi mâverâ-yı dünyâya taallûk eden her türlü endîşelerden, her türlü lâhutî [ilâhî] hayâllerden müberrâ olarak [kılarak], kânûnlarımızı, bu günün îcâblarını, maddî zarûretlerini göz önünde tutarak yapmalıyız! […] Onun içindir ki, biz her şeyden evvel Lâikliğimizi îlân ettik. […] 462

“…Lâiklikten maksadımız, dînin memleket işlerinde müessir ve âmil olmamasını têmîn etmektir. […]

“Biz diyoruz ki, dînler, vicdânlarda ve mâbedlerde kalsın, maddî hayât ve dünyâ işine karışmasın! Karıştırmıyoruz ve karıştırmıyacağız! (Bravo sesleri, alkışlar).” (TBMM Zabıt Cerîdesi, 5.2.1937, Devre: V, Cild: 16, İctimâ: 2, 33. İn'ikad, ss. 59-61. Bu metinde, istisnâî olarak, onu iktibâs ettiğimiz Zabıt Cerîdesi'ndeki imlâya riâyet etmedik; doğru telaffuza uygun imlâyı tercîh ettik. Esefle hatırlatmamız lâzım ki Dil Kurumu'nun, bir asırdır devâm eden Türkceyi tahrîb harekâtında kullandığı mühim bir vâsıta da, tahrîfkâr imlâdır…) (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 6-31.12.2018/103)

Kemalist Rejimin en nüfûzlu şahsıyetlerinden, “TekAdam”ın değişmez (11 sene zarfında) Dâhiliye Vekîli, CHP Umûmî Kâtibi, 1 numaradan başlıyarak Kemalist ekâbirin kısm-ı âzamı gibi Farmason (üstelik 33 dereceli Farmason) Şükrü Kaya, 5 Şubat 1937'de, “Büyük Şef”inin tâlimâtıyle, “6 Ok”un Kemalist Kânûn-i Esâsî'ye dercedilmesinin lüzûmu hakkında târihî ehemmiyeti hâiz bir nutuk îrâd ederek, Kemalizmin hayât telakkîsinin Materyalizm (“Maddiyetcilik”) olduğunu beyân etti, Laiklik umdesini îzâh ederken Resûlullâh Hazretlerini “kâhin” iftirâsıyle zikretti, örtülü ifâdelerle, Müslümanlığın Türkleri geri bırakan menfûr bir dîn olduğunu ileri sürdü… Yine onun ifâdesiyle, Kemalist Totaliter İdeolojiye nazaran, zâten “işlerini bitirmiş, vazîfeleri tükenmiş olan dînler”, “vicdânlarda ve mâbedlerde” mahbûs kalmalı, “maddî hayât ve dünyâ işine karışmamalıdırlar”; nitekim Kemalist Rejim, bunu têmîn etmektedir… (Mustafa Kemâl’in Hastalığı, Ölümü, Cenâzesi; Yeni Söz, 2.12.2019/432)

***                 

b) Şiî Totaliter Zihniyeti:

Şiî Totaliter Zihniyetini aşağıdaki üç Şiî kitabından yapacağımız nakillerle ortaya koyacağız:

1) Âyetullah Humeynî, İslâm Fıkhında Devlet, İstanbul: Düşünce Yl., Nisan 1979,                                13x19 cm, 224 s. Kitabın mütercimi, Humeynî’yle aynı mezhebe mensûb ve aynı siyâsî fikirleri paylaşan Hukûk Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî’dir. Mütercimin verdiği bilgiye nazaran (s. 8), kitabın ilk ismi “Velâyet-i Fakîh”dir; bilâhare “Hükûmet-i İslâmî” ismiyle basılmıştır. İlk isminden ve muhtevâsından anlaşılacağı vechiyle, kitab, aslında, “Şiî Fıkhında Devlet” mâhiyetindedir.

Mûsevî Humeynî (Îrân, Humeyn, 24.9.1902 – Tahran, 3.6.1989), pek kanlı bir ihtilâl hareketiyle, Îrân’da, 11 Şubat 1979’da, Şiî Totaliter Rejiminin têsîsine liderlik eden bir dîn ve siyâset adamıdır. (Şahıs adı olan “Mûsevî”, kendisine, Şiîlerin 7. İmâmı Mûsâ El-Kâzım’a izâfeten verilmiş olsa gerekdir. Zâten o da, doğuştan imtiyâzlı “Seyyidler” veyâ “Sâdât” zümresine mensûbdu ve buna istinâden siyah sarık sarıyordu…)

Şâh Rızâ Pehlevî rejimine karşı ihtilâl hareketini, himâyesine sığındığı Fransa’dan (Neauphle-le-Château’dan) idâre etmişti (6 Ekim 1978 – 1 Şubat 1979). İhtilâl hareketine Şâh rejiminden bıkmış pek farklı siyâsî temâyüllere mensûb insanlar da katıldı. Lâkin Humeynî’nin molla teşkîlâtı ve Pâsdârân-ı İnkılâb’ı (İnkılâb Muhâfızları), onların hepsini insâfsızca tasfiye etti. Aynen Bolşevik İhtilâlinde, aynen Kemalist İhtilâlinde yaşandığı gibi…

Onun hedefi, sâdece Îrân’da değil, Şiîlerin mühim bir yekûn teşkîl ettiği her memlekette ihtilâl çıkarmaktı; Şiîleri mütemâdiyen bu istikâmette kışkırttı. Bu tahrîkâtı têsîrsiz kalmadı: Onun iktidârından beri ve geniş mikyâsta onun tahrîkleri sebebiyle, bütün Yakın-Şark savaşlarla, çatışmalarla alt üst olmakta, milyonlar hayâtını kaybetmekte, şehirler harâbeye dönmekte, netîcede, Müslümanlar, ziyân olan nice hayâtla berâber, ilimde, sanâyide, iktisâdî inkişâfta Avrupa’nın çok daha gerilerine düşmüş bulunmaktadır… 

Sekiz sene süren (1980 - 1988), bir milyon civârında insanın ölümüne ve her iki memlekette büyük tahrîbâta yol açan Irak-Îrân Harbi, Şiî ihtilâlini bütün Müslüman memleketlere ihrâc etmek istiyen Humeynî’nin mutlak iktidârı zamânında cereyân etti …

Fanatizm, bu ihtilâlcilerin öylesine aklını bozmuş, kalbini karartmıştır ki şehâdet inancını istismâr ederek binleri, yüz binleri ölüme sürerler de vicdânları sızlamaz! Onların nazarında insanlar ihtilâlin malzemesinden başka bir şey değildir!

İhtilâl hareketinde, savaşta, çatışmalarda, isyânlarda ölenlere, bir de, Irak-Îrân Harbinden sonra, üç ay zarfında, onun emriyle infâz edilen binlerce siyâsî mahbûs ilâve oldu… O günlerden beri, Îrân’da, îdâm sehpâları, infâzlar hiç eksik olmuyor!

1989’da, İnsan Haklarını ve Devletler hukûkunu hiçe sayarak, tam bir Haşhaşî tavrıyle, Taberî’nin rivâyet ettiği uydurma bir Hadîsdan yola çıkarak Şeytân Âyetleri isminde sûiniyet mahsûlü densiz bir roman neşretmiş olan İngiliz vatandaşı Salman Rüşdü’nün başına bir milyon dolar mükâfât koydu; o günden beri, Rüşdü, def’alarca sûikasdlere mârûz kaldı…

Siyonizme düşmanlığını îlân etmesine (Humeynî 1979: 10, 156, 195, 201, v.s.) rağmen, bu düşmanlık mugâlatadan öteye geçmedi: Gerek onun devrinde, gerekse sonrasında, tâ günümüze kadar, Siyonizme ciddî olarak zarâr veren faâliyetleri görülmedi; bilakis, bütün Yakın-Şark’ı saran müfsid faâliyetleriyle, dolaylı olarak, Oded-Yinon Planına destek oldular, Arab Devletlerinde el altından Siyonistlerin mayaladığı dâhilî harbleri körükliyerek, bunlara katılarak Siyonizmin elini kuvvetlendirdiler…

Îrân, onun ihtilâlinden beri, bitmiyen  bir kâbûs gibi, dâimî bir tedhîş iklîminde yaşamakta, totaliter mezâlim bütün şiddetiyle devâm etmektedir. 2022 Eylûl’ünde, Jina Mahsa Amini, başörtüsüyle saçlarını sımsıkı örtmedi diye hapse atılmış ve burada katledilmişti. Bunu tâkîb eden muazzam protesto nümâyişleri de vahşîce bastırıldı, yüzlerce insan meydanlarda öldürüldü veyâ îdâm edildi, ayrıca bu dehşetengîz vahşet meydanlarda, televizyon ekranlarında iftihârla teşhîr edildi…

Bir taraftan, kadınları cendere içine alır, evli zinâlarında Muharref Tevrât’ın (Tesniye 22: 13-30) “recm” (zânî ve zâniyeyi yarı beline kadar toprağa gömüp “orta büyüklükde taşlarla” taşlıyarak öldürme) vahşetini tatbîkâta koyarken (Humeynî 1979: 18), dîğer taraftan da, tam bir insicâmsızlıkla, “mut’a nikâhı” denilen fuhuş müessesesini (“muvakkat nikâh”ı; muayyen bir müddetle -meselâ bir günlüğüne-, “mehir”, yânî ücret ödiyerek gûyâ nikâh kıydırıp bir kadınla berâber olmayı) kânûnîleştirmekden çekinmedi… İlimle, Yüksek Tefekkürle ele alınmayınca dîn işte böyle maskaraya çevrilir!

Bu totaliter rejim, Îrân’a hâkim oldukça, Îrân’da, Yakın-Şark’ta ve dünyânın başka beldelerinde kim bilir daha ne kadar insanın kanı dökülecek, daha ne kadar insanın canı yanacaktır?

2) Ebû Câfer Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh el-Kummî “Şeyh Sadûk”, Risâletu’l-İ’tikadâti’l-İmâmiyye (Şiî-İmâmiyye’nin İnanç Esasları), Ankara Üni. İlâhiyat Fakültesi Yl., 1978, 12,5x19,5 cm, 158 s. Şiîliğin başlıca akâid kitabı olan bu eser, bilhâssa İslâm mezhebleri târihi sâhasındaki çalışmalarıyle tanınan Doç. (bilâhare Prof.) Dr. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından bir Mukaddime ve muhtelif hâşiyeler ilâvesiyle tercüme edilmiştir. Şeyh Sadûk, Fığlalı’nın îzâhatına nazaran:

“Şiî-İmâmiyye fırkasınca ‘en büyük’ olarak vasıflandırılan ‘dört kitab (el-Kutubu’l-Erba’a)’ın birini yazanlardandır. Bilindiği gibi bunlardan ilki, hem ilk Şiî hadîslerini, hem de tevhîd, nübüvvet ve imâmet konularını ve usûl ve füru’u ile fıkhî esasları ihtiva eden ‘el-Kâfî’dir; Muhammed b. Yâkûb el-Kuleynî ([Hicrî] 329 / [Mîlâdî] 940-41) tarafından yazılmıştır. İkincisi ‘Men-lâ-yahzuruhu’l-fakîh’dir. Yazarı, [işbu Risâletu’l-İ’tikadâti’l-İmâmiyye’nin de müellifi olan,] (Şiîlerce ‘reîsu’l-muhaddisîn’ olarak görülen, Şiî muhaddis ve kelâmcılarına kuvvetle tesir eden) Şeyh Sadûk (381 / 991)’dur. Üçüncüsü de ‘El-İstibsâr fî-mahtulife mine’l-Ahbâr’; dördüncüsü ise ‘Tehzîbu’l-Ahkâm’dır. [Bu son] ikisinin yazarı Muhammed b. Hasan et-Tûsî (640 / 1067-8)’dir.” (s. 3)

3) Muhammed Rızâ’l-Muzaffer, Şîa İnançları, Müt.: Abdülbâkıy Gölpınarlı, İstanbul: Zaman Yl., 1978, 13x19,5 cm, 110 s. Türkcedeki bir hayli kitabın müellif ve mütercimi olan Abdülbâkıy Gölpınarlı, “Mukaddime”sinde, kitabı, İstanbul’daki -kendisinin de mensûb olduğu- Şiî Cemâati Reîsinin teşvîkıyle tercüme ettiğini îzâh ediyor:

“İstanbul’da Şia-i İmâmiyye câmiasının mümessili, gerçek dost ve mücâhid bilgin, Allah ifâzasını dâimî, ömrünü uzun etsin, Ali Ekber Mehdî-Pur, Allâme Şeyh Hacı Muhammed Rıza’l-Muzaffer’in ‘Akaaidü’l-İmâmiyye’ adlı kitabının türkçeye çevrilmesini, bu işin gerçekten de hem İslâmî birlik, hem İmâmiyye (Ca’feriyye) inançlarının ana kaynaklardan aktarılmış olması bakımından gerekli ve yerinde bir hizmet olacağını fakıyre bildirdiler. Ben de o sırada, ‘Şia-i İmâmiyye’ inançları ve bu mezhebin târihî seyri hakkında ‘Târih Boyunca Şia-i İmâmiyye (Ca’feriyye) ve İslâm Mezhebleri’ adlı kitabımı yeni bitirmiştim. Kitabı kendilerinden aldım, okudum; bu hacmi küçük, fakat muhtevâsı geniş kitabın, gerçekten de yepyeni bir tarzda, nakılle aklı, inançla düşünceyi birleştiren, ‘nev’i şahsına münhasır’ sözüne örnek bir kitap olduğunu gördüm; zevkle, şevkle tercümeyi bitirdim.”