Kalabalıkların gürültüsünde kaybolan tek bir sesin, belki de en yüksek hakikatti. Sabahın ilk ışıkları, şehrin üzerine düşerken betonun çatlaklarında biriken çiy taneleri gibi parıldıyordu. Sokaklar, geceyi sırtında taşıyan bir canavarın nefes alışı gibi inliyordu. İnsan yüzleri, vitrin camlarında asılı kalmış maskeler gibi donuk; rüzgâr, Paul Simon’un “Sessizliğin Sesinde” geçen “Merhaba karanlık, eski dostum” mısrasını fısıldıyordu kulaklara. Her adım, bir hesaplaşmaydı. Hem kendimle, hem de bu şehirle yükselen gökdelenlerin gölgesinde ezilen, taşranın unutulmuş çocuklarıyla...
Şehir, bir labirentti. Caddeleri, Jules Verne’in Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ındaki Nautilus’un paslı demirlerine benzeyen metrobüs raylarıyla örülmüştü. İnsanlar, birer Kaptan Nemo’ydu aslında: Kaybolduklarını bilmeden, kendi denizlerinin derinliklerine dalıyorlardı. Ama bu kez kaçış yoktu. Ekranlarda parlayan haber bültenleri, sosyal medyanın yapay neşesi, vitrinlerde sergilenen mutluluk reklamları… Hepsi, gerçeğin üzerine çekilmiş bir tül perdeydi. “Medya,” diyordu Ece Ayhan’ın Bakışsız Bir Kedi Kara’sındaki gibi, körleri bile konuşturan bir vantriloktu.
Taşrada ise zaman, bir testi gibi kırılıyordu. Köy meydanlarında oturan yaşlı dayıların yüzlerindeki çizgiler, toprağın çatlaklarından fışkıran öyküler anlatıyordu. Onların sessizliği, şehrin gürültüsünden daha çığlıktı. Suriye’de bir çocuk, okul yolunda çamurlu ayakkabılarıyla yürürken; bir büro çalışanı, asansör aynasında kendi yansımasıyla göz göze geliyordu. İki dünya arasındaki uçurum, “var” ile “yok” arasına gerilmiş bir ip gibi gergindi.
Yalnızlık, modern insanın sırtına yapışmış bir parazitti. Ve İstanbul ahh o İstanbul.. Metroda, kalabalığın ortasında tek başına oturan adamın gözlerinde, bir nehrin dibine çökmüş çakıl taşları gibi donuk bir ışık vardı. “İnsan, yalnız doğar ve yalnız ölür,” demişti bir asi filozof. Ama bu şehirde yalnızlık, ölümden daha acımasızdı. Çünkü herkes aynı kabusun içindeyken bile, kimse kimsenin elini tutmuyordu. Instagram’da paylaşılan bir selfie, gerçekte yaşanmayan bir anın mezar taşıydı. “Beğeniler”, açlığını bastırmaya çalışan bir ruhun ekmek kırıntılarıydı sadece.
Pencereden süzülen akşam güneşi, duvarda asılı duran bir tabloyu aydınlatıyordu: Van Gogh’un Yıldızlı Gece’si. Oysa dışarıdaki gökyüzü, yıldızlardan çok reklam panolarının ışıklarıyla parlıyordu. İnsanlar, kendi samanyolunu kaybetmiş birer astronottu. Paul Simon’un Kodachrome’unda söylediği gibi, “Siyah beyazda her şey daha kötü görünür” ama biz renkleri bile griye boyamıştık.
Ölüm, bu bayram sabahındaki labirentin tek gerçeğiydi belki de. Genç bir kadın, erken yaşta kansere yenik düşmüştü. Cenazesinde, ağlayanların sesi yerel bir kanalda “reyting” oluyordu. Medya, acıyı bir meta haline getirirken; gerçek insanlar, ekranların arkasında birer hayalete dönüşüyordu. Ece Ayhan’ın Çok Eski Bir Ad şiirindeki gibi: “Ölüleri bile sömürürler, çünkü ölüm bile pazarlanabilir bir şakaya dönüşmüştür.”
Ama tam da bu noktada, bir umut filizi yeşeriyordu belki. Taşranın tepelerinde açan bir gelincik çiçeği gibi… İnsan, kaybettiklerinin acısını içinde taşıdığı sürece “var” olabilirdi. Jules Verne’in kahramanları gibi: Bilinmeyene yol alırken, karanlığı yırtmak için bir kibrit yakabilirdi. “Yok oluş,” dedi bir ses, “yeniden doğuşun ta kendisidir.”
Gece, şehri yeniden yuttuğunda; bir adam, penceresinden dışarı bakıp elindeki kahve fincanında kendi gözlerinin yansımasını izliyordu. Belki de hesaplaşma, tam da buradaydı: Bir fincanın dibinde, bir yüzün çizgilerinde, bir çocuğun gülüşünde… Medeniyet dediğimiz şey, insanın kendine ördüğü bir kafesten ibaretse eğer; gerçek özgürlük, labirentin içinde kaybolmayı göze alabilmekti.
Çünkü sessiz çığlık, en nihayetinde bir şarkıya dönüşebilirdi.
Tıpkı rüzgârın, enkazın arasından geçerken bile bir melodi taşıyabilmesi gibi…
Bugün bayram; belki de miting meydanlarındaki o kalabalık sloganlar, hiç duyulmamış bir çığlığın izlerini taşıyor. Ama bayramın coşkusu, umudun ve sahip olunan özgürlüğün sessiz bir marşına dönüşüyor: Çünkü en karanlık labirentlerde bile, yıldızlı bir gece gizlenir.