İstanbul’da bir sabah, metrobüs kuyruğunda beklerken, yanımda duran adamın telefonundan yükselen döviz kuru haberlerini duydum. Suratındaki ifade hiç yabancı değildi, bir yanda endişe, diğer yanda inat. Bu şehir, insanı böyle büklümlere sokan bir labirent. Ama tam da o sırada, önümüzdeki simitçinin tezgâhından yayılan sıcak kokunun insanları nasıl gülümsettiğine şahit oldum. İstanbul’un paradoksu işte burada, hem yoran hem hayata bağlayan bir enerji...

Eminönü’nde balık ekmek tezgâhlarının önünde kuyrukta bekleyenlerin sabrına hayranım. Lüferin fiyatı her geçen gün artıyor, ama tezgâhtaki balıkçıyla müşteri arasındaki şakalaşmalar hiç eksilmiyor. “Usta, bugün deniz ne vermiş?” diye soran bir ses, karşı kıyıdaki lüks restoranlarda duyulmayan bir samimiyet taşıyor. Bu şehirde hayat, bazen bir balık ekmeğin içine sıkıştırılan soğan halkaları kadar basit aslında: Acıyı ve tatlıyı aynı anda sunuyor.

Kadıköy’deki kitapçıların vitrinleri, Türkiye’nin ruh halini ele veriyor. En çok satanlar raflarında yan yana dizilen kitapların türleri bile bir hikâye anlatıyor: Kişisel gelişimden distopyalara, klasik romanlardan politik analizlere... İnsanlar, belki de kendi hayatlarının cevaplarını bu satır aralarında arıyor. Bir genç, “İnsanın Anlam Arayışı”nı eline alıp özenle karıştırıyor. Yaşlı bir amca, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” na dokunup derin bir nefes alıyor. Sanki her kitap, bu şehrin yorgun ruhuna bir ilaç gibi...

Tophane’de bir kahve dükkanının önünde, dizüstü bilgisayarını açıp çalışan gençler görüyorum. Yan masada, emekli bir öğretmenle üniversiteli bir öğrenci aynı Türk kahvesini yudumluyor. İstanbul’un bu anları, görünmez bir dayanışmanın izlerini taşıyor. “Gelecek kaygısı” denen o ağır yük, bazen bir kahve fincanının buğusunda hafifliyor. Gençlerin gözlerindeki kararlılık, yaşlıların sözlerindeki tecrübe, bu şehrin direncini besliyor.

Unkapanı Köprüsü’nün altından geçen kayıklar, sanki zamanın ritmini tutuyor. Bir tarafta asırlık camiler, diğer tarafta gökdelenlerin soğuk camları... İstanbul, geçmişle geleceği aynı karede yaşatan bir fotoğraf gibi. İşte tam da bu yüzden, bir sokak satıcısının “Az kalsın unutuyordum, buyur bir de çiçek!” diye uzattığı karanfil, bu şehirde yaşamanın özünü hatırlatıyor: Beklenmedik küçük iyilikler, büyük yükleri hafifletir.

Akşamüstü Galata Kulesi’nin etrafında dolanan martılar, insanların üzerine gölgelerini bırakıp gidiyor. Turistler selfie çekerken, bir çocuk simit parçalarını havaya atıp martılara gülüyor. İstanbul’da her an, bir kontrastın içinden geçiyorsunuz: Hem kaos hem huzur, hem yoksunluk hem bereket... Ama tam da bu yüzden, bu şehir asla teslim olmuyor. Tıpkı Boğaz’ın dalgaları gibi; ne kadar hırçınlaşırsa hırçınlaşsın, kıyıya vurduğunda bir dinginlik bırakıyor.

Son olarak şunu söylemeliyim, İstanbul’un sokakları, sadece bir şehrin değil, bir milletin yüreğinin atışını yansıtıyor. Metrobüste uyuklayan işçiden, Kapalıçarşı’da pazarlık yapan turist rehberine kadar herkes, bu toprakların hikâyesine bir cümle ekliyor. Ve bu hikâye, ne ekonomik krizlerle ne de siyasi gerilimlerle tamamen karartılabiliyor. Çünkü İstanbul, her daim bir “ama”yı fısıldıyor: Zor, ama yaşanır...

Not:
Bu şehir bize öğretiyor ki; direnç, binaların yüksekliğinde değil, insanların yüreğinin genişliğinde saklıdır.