Hayat, bazen bir dağ yürüyüşüne benzer. Yokuşları tırmanırken nefesimiz kesilir, inişlerde dengemizi bulmaya çalışırız. Kimi zaman gökyüzü masmavi, kimi zaman bulutlar çöker üzerimize. Millet olarak, bu yolculukta bize rehberlik eden iki temel değer vardır: umut ve kabul. Biri bize ilham verir, diğeri ayaklarımızı yere sağlam basmamızı sağlar. Peki bu ikisini bir arada nasıl taşırız?

Kültürümüz, sabır ve tevekkül kavramlarıyla örülüdür. Dedelerimiz, "Sabrın sonu selamettir" derken, aslında hem umudu hem de gerçekçiliği işaret ederdi. Anadolu’nun bağrında yeşeren bu bilgelik, zorluklarla baş etmenin sırrını taşır, acıyı kabullenmek, çözüm için mücadele etmekten vazgeçmek değil, aksine, gücümüzü doğru yöne kanalize etmektir. Bugün, dünyanın dört bir yanında psikoloji kitaplarında anlatılan "bilinçli farkındalık" ve "akış" kavramları, bizim kadim öğretilerimizi modern bir dille doğruluyor.

Bilinçli farkındalık, yani anın içinde tam bir farkındalıkla var olmak, aslında ninelerimizin "Dert insana yol gösterir" sözünün bilimsel karşılığıdır. Batı dünyası bunu yeni keşfederken, biz yüzyıllardır acıyı bir öğretmen olarak görür, onunla yaşamayı öğreniriz. Radikal kabul dedikleri şey, tam da bizim "tevekkül" anlayışımızla örtüşür: Hayatı olduğu gibi kabullenmek, direnmeden ama boyun eğmeden... Modern psikoloji, bu kabullenmenin beyinde düşünme ve karar verme merkezlerini güçlendirdiğini söylüyor. Yani sabrımız sadece manevi değil, biyolojik bir güce dönüşüyor.

Akış ise, yani işine tamamen odaklanıp zamanı unutma hali, milli mücadele ruhumuzda saklı. Kurtuluş Savaşı’nda atalarımız, işgal altındaki toprakları kurtarmak için umudu bir meşale gibi taşıdı. O dönemde yaşanan azim, tam bir "akış" halini yansıtıyordu: Net hedefler, anlık geri bildirimler ve mücadeleyle dengelenen beceriler... "Ya istiklal, ya ölüm!" diyen ruh, işte bu akış halinin ta kendisiydi. Bugün gençlerimizin spor müsabakalarında, sanatçılarımızın eserlerinde veya mühendislerimizin projelerinde bu odaklanmayı görmek mümkün.

Peki bu iki kavram nasıl iç içe geçer? Bilinçli farkındalık ile akış, tıpkı umut ve kabul gibi birbirini besler. Bilinçli farkındalık, acıyı kabullenerek zihnimizi berraklaştırır; akış ise bu berraklıkla hedefe odaklanmamızı sağlar. Batılı araştırmacılar, bilinçli farkındalık pratiğinin akışı tetiklediğini söylüyor. Tıpkı bir çiftçinin tarlasını sularken hem tevekkül etmesi hem de emeğinin karşılığını almak için çaba göstermesi gibi... Devletimizin son dönemde hayata geçirdiği sosyal politikalar da bu dengeyi yansıtıyor. Depremzedelerin acısını kabullenip onlarla dayanışırken, aynı anda yeni şehirler inşa etmek için seferber olmak... Ekonomik zorlukları analiz ederken, üretim hamleleriyle umudu yeşertmek...

Ancak dikkat! Bilinçli farkındalık ile akış arasında ince bir çizgi var. Bilinçli farkındalık, "anı izlemek" iken; akış, "anın içinde kaybolmak" demek. Araştırmalar, bu iki durumun beyinde farklı bölgeleri aktive ettiğini gösteriyor. Bilinçli farkındalık, ön beyin aktivitesini artırıp düşünme yetimizi güçlendirirken; akış, bu bölgeleri geçici olarak devre dışı bırakarak içgüdüsel hareket etmemizi sağlıyor. Yani, bir maraton koşucusu antrenmanda bilinçli farkındalıkla acıyı kabullenirken, yarış sırasında akışa girerek zamanı unutabilir. Toplum olarak biz, bu dengeyi "Hamdım, piştim, yandım" sözüyle özetleriz.

Gençlerimize bırakacağımız en değerli miras, bu dengedir. Dijital çağın getirdiği kaygı dalgalarına karşı, milli ve manevi değerlerimiz kalkan olacak. Mevlana’nın "Olduğun gibi görün" öğüdü, bilinçli farkındalığın özüdür. Yunus Emre’nin "Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil" dizeleri ise akışın ta kendisi: Hedefsiz, saf bir eylem... Bugünün dünyasında bu iki kanadı kuşanan gençler, yarının Türkiye’sini inşa edecek.

Son olarakkulağımıza küpe olmalı, umut, körü körüne iyimserlik değildir. Kökleri toprağa değmeyen ağaç, fırtınada devrilir. Bizim umudumuz, bin yıllık çınarlar gibidir; kökleri bilinçli farkındalıkla beslenir, dalları akışla gökyüzüne uzanır. Kabullenmek ise, o kökleri sulayan nehirdir. Bu topraklar, her ikisini de hak ediyor.

Belki de hepimiz, hayatın tiyatrosunda hem umudun hem gerçeklerin rolünü oynamalıyız. Perde kapandığında, izleyicilere bırakacağımız en güzel sahne; düşe kalka, ama asla vazgeçmeden yürüyen bir milletin hikâyesi olacak…