Son günlerde sokakları dolduran gençlerin sesi, ülkenin nabzını tutuyor. Bu ses, bir yandan adalet arayışının samimi yansıması, diğer yandan tarihî dokunun tahrip edildiği anlarda yürekleri burkan bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor. Fatih Sultan Mehmet Han’ın ordularına İstanbul’un kapılarını açan güzergahın incilerinden Bozdoğan Kemeri’nin gölgesinde, Osmanlı mezarlıklarında yaşanan tahribat, sadece taşlara değil, kolektif hafızamıza vurulan bir darbe. Ancak bu tablo, gençliğin enerjisini kötülemek değil, onu doğru kanala yönlendirmek için bir çağrı aslında. Zira bu toprakların geleceği, tarihle kurulan sağlam köprüler ve gençlerin yapıcı dinamizmiyle şekillenecek.

Tarihî miras, bir milletin kimlik kodlarını taşıyan sessiz tanıklardır. İstanbul’un fethi, sadece askerî bir zafer değil, medeniyetimizin yeniden doğuşunun simgesidir. Fatih’in ordularının su içtiği çeşmeler, dualarla beslenen surlar, bizlere emanet edilen birer hafıza mekânı. Bir mezar taşının kırılması veya tarihî bir kemere çizilen yazı, geçmişle olan bağımızı zayıflatan birer sızı. Gençlerimizden beklenen, bu emanete sahip çıkarak öfkelerini evrensel bir dile dönüştürmeleri. Zira demokrasinin temelinde protesto hakkı kadar, ortak değerlere saygı da vardır.

Peki, öfke ile sorumluluk arasındaki ince çizgi nasıl korunabilir? Cevap, diyalogda ve empatide saklı. Gençlerin adalet taleplerini dinlemek, onları anlamaya çalışmak, toplumsal barışın ilk adımı. Ancak bu süreç, tarihî kimliğimizi görmezden gelerek yürütülemez. Gençlerimiz, ecdadının izinde yürürken, yıkıcılığa değil, imar ruhuna sahip çıkmalı. Sosyal medyada filizlenen kampanyalar, tarihî mekânlarda düzenlenecek kültür festivalleri veya belediyelerle ortaklaşa hayata geçirilecek gençlik projeleri, seslerini duyurmanın en etkili yolu. Tıpkı Fatih’in İstanbul’u fethederken Bizans mirasını koruması gibi, gençlerimiz de tepkilerini inşa ederek ifade etmeli.

Devletimizin tarihî eserleri korumak için gösterdiği çaba takdire şayan. Restorasyon projeleri, arkeolojik kazılar ve dijital arşivleme çalışmaları, bu mirası geleceğe taşımak için atılan somut adımlar. Ancak bu çabalar, toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla anlam kazanır. Gençlerimizin bu sürece dahil edilmesi, onlara aidiyet hissettirecek en güçlü araç. Örneğin, bir Osmanlı çeşmesinin restorasyonunda çalışan bir genç, taşa dokunduğunda tarihin nefesini hisseder. Okullarda düzenlenecek “Tarih ve Sorumluluk” atölyeleri, Fatih’in adaletini, Mimar Sinan’ın estetik vizyonunu genç zihinlere nakşeder.

Yerel yönetimlere düşen ise, gençlere güvenli ifade alanları sunmak. Tarihî dokunun zarar görmeyeceği parklar, meydanlar veya kültür merkezleri, öfkenin yıkıcılığa dönüşmeden önce süzüleceği havuzlar olabilir. Dijital dünyada ise, gençleri doğru bilgiyle buluşturacak platformlar hayati önem taşıyor. Tarihçilerin anlattığı podcast’ler, psikologların rehberlik ettiği online seminerler, gençlere yol gösteren birer pusula. Hafızamızı zinde tutarak, gençlik, rehbersiz bir enerji değil, doğru yönlendirildiğinde mucizeler yaratan bir kaynak olduğunu bilmemiz gerekli.

Son tahlilde, mesele sadece taşları korumak değil, insanı inşa etmek. Ecdadımızın vizyonu, bize yıkım değil, imar etmeyi öğütler. Gençlerimiz, bu toprakların mirasçıları olarak, öfkelerini bir duvar yazısına değil, bir kütüphanenin inşasına entegre ettiklerinde, medeniyetimizin ışığı daha da parlayacak. Onlara güvenmek, sadece bir temenni değil, bir mecburiyet. Zira umut, tarihin sessiz çığlığında değil, gençliğin yüreğinde yeşeriyor.