Post/Modernlik üzerine
Türkiye başta olmak üzere müslümanların içinde bulundukları psikoloji giderek Batı’ya bir teslimiyet noktasına gelmiş gibi görünmektedir. Bilhassa yeni nesli yokladığımızda bu durum daha belirginleşmiş bir manzara arz etmektedir. Gençlerin bir arayış içinde oldukları kesin. Fakat bu arayış sonucu kurdukları irtibatlarını belki iyi anlamak lazımdır.
Öncelikle içinde yaşadığımız
çağı meydana getiren bileşenlere ve onların özelliklerine dikkat çekmeliyiz.
Bunlardan ilki, tüm dünyada modernlik ve postmodernlik iç içe bir süreç olarak
devam etmektedir. İslam dünyası ve özelde Osmanlı modernlikle kurduğu ilişkide
gerçekten ilk başlarda ciddi tartışmalar yapmışlardı. Daha da önemlisi Batı
karşısında bir yenilmişlik duygusuyla birlikte, bu sorunu nasıl aşacakları
konusunda bir dert sahibi idiler.
1980 ve 90’lı yıllarda bile
bu mentalite ve sorunların “İslam” ile aşılabileceğine dair özgüven devam
etmişti. Fakat bugün gelinen noktada, Batı ile müslüman dünya arasındaki ilişki
ve koşullarda üst düzeyde bir değişim olmamakla birlikte, paradigmaya güvenin kaybolduğunu görebilmekteyiz. Hiç şüphesiz bu
durum 2000’li yılların başından itibaren 21. Yüzyılın ilk çeyreğine girmeye
hazırlanan zaman aralığında müslümanların ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel
tecrübelerinin de bir sonucudur.
Elbette bu dönemde
gelişmeler olmuştur. Fakat kastettiğim 1990’larda bile “islam”ın toplum
içindeki nüfuz ve geleceğe dair içinde barındırdığı umut, bugün reel olarak
zayıflamış görünmektedir. Belki de bu sebeple genç neslin içinde bulunulan
koşullardan kurtuluşu post/modernliğe bağlanmakta bulması söz konusudur.
Bireysel kurtuluş da büyük oranda Batı ülkelerine gidiş şeklinde tecessüm
etmektedir. Bu bağlamda müslümanların kendi paradigmalarına güvenlerinin
aslında zayıfladığı anlaşılmaktadır. Bilhassa gençlerin kendi geleceklerini ne
oranda islam ile irtibatlı biçimde projeksiyonlandırdıkları sorusu etrafında
iyi düşünülmelidir.
İçinde yaşadığımız çağın
bileşenlerinden birisi de küresel ilişkiler ağını ifade etmesidir. Bu, bir
yandan dünyanın birbiri ile daha iç içe geçmesi, diğer yandan buna bağlı olarak
dünyanın büyüyerek insanın içinde bir güvensizlik ve belirsizliğe doğru gidişidir.
Fakat bu süreçle ilgili önemli zikredilmesi gereken mesele kapitalizmin
hakimiyetini artırması ile teknolojinin egemenlik kurarak bir hegemonya
kazanmasıdır.
Belki bugün insanları
gündelik hayatlarında en fazla büyüleyen şeylerden birisi tüketim ve hazdır. Bunlarla
başa çıkabilecek müslümanların bir donanımı henüz mevcut görünmemektedir.
“Bunlarla başa çıkabilecek” derken daha çok bir paradigmal bakışın bugünün
diline çevrilmiş teorisini kastetmekteyim. Aslında İslam’ın Hz. Adem’den (AS)
bu yana devam edegelen bir gelenek olarak her dönemi dolayımlayacak ve
kapsayacak bir paradigması tabii ki vardır. Fakat bu, bugünün diliyle ortaya
konulmuş değildir. Bugün mevcut durumda İslam adına anlatılanlara bakacak
olursak, bu dil birkaç yüzyıl gerilerde dolaşmaktadır.
Tüm bunlar müslümanların
post/modern duruma bakışlarını belirlemektedir. Bir kısmı bunları zaten teorik
ve gereksiz tartışmalar olarak görmektedirler. Halbuki Batı’da tüm bu
süreçlerin başından itibaren bir felsefi zeminden hareket ederek kurulmuş
olması söz konusudur. Elinizde tuttuğunuz bir teknolojik ürünün, bir
paradigmaya ve felsefeye referansı bulunmaktadır.
Bu durumu çok geniş bir
açılımla okuduğunuzda karşınıza post/modern durumun felsefesi ve mentalitesi
çıkacaktır. Öyle ki, “insan”ı yeniden yaratmaya çalışan bir bakış açısı söz
konusudur. Fakat müslümanların teknolojiyle bağları, daha çok “sahip olmak”
üzerine kurulu görünmektedir.