Meritokrasi: Emaneti Ehline Vermek
Meritokrasi bir
yönetim biçimi değildir. Bir ideal, bir amaç ve muhtemelen hiçbir zaman
gerçekleşmeyecek olan bir ütopyadır. Tıpkı hiçbir hayalin, hayalin kendisi
olmaması, en mükemmel haliyle onun kıyısına yaklaşabilmesi ve ama hiçbir zaman
o kıyıdan içeri girememesinde olduğu gibi… Ne dün ne bugün onu kimse gördü ne
de yarın görecek. Liyakat ışık, liyakatsizlik karanlıkla ilgilidir. Yayılma
hızı daha yüksek olsa da ışık karanlığa her zaman mesafelidir, hatta onun
bulunduğu yere uğramaz. Liyakat liyakatsizliğe göre konumlanmaz, onun aldığı
biçime göre kendini ayarlamaz, rengini, biçimini değiştirmez. Yerçekimi, doğası
gereği ışığı ha bire aşağı çekmeye çalışırken derinlerindeki karanlığı yukarıya
püskürtmekten keyif alır. Sonuç olarak malzemesi toprak ve çamur olan her inşa
hareketi birinci derecede insan ile gök arasındaki ilişkiyi koparmaya, insanı
gökten uzaklaştırmaya yönelik bir içgüdüyle hareket eder.
Meritokrasi
insanın beşerileşme sürecinin bir ürünü olarak Batı’da aristokratik hegemonyayı
ortadan kaldırmanın en organize halidir. Siyasal sistemler beşerileştikçe
beşerin yeteneklerine, emeğine, iş yapma becerisine yapılan vurgu yaygınlaşmış
ve liyakat içeriden dışarıya hareket eden, dolayısıyla katıksız bir güç olarak
kullanıma sokulan bir değere dönüşmüştür. Irk, renk, cinsiyet, nepotizm,
ideolojik ayrım gibi çoğunluğu kazanılarak değil, kapalı devre sistemlerle
bugünden geleceğe aktarılan ögeler üzerinden elde edilen statüler meritokratik
anlayış geliştikçe geri çekilmek zorunda kalmış, sadece işlenmiş, emek verilmiş
ve işlevlendirilmiş yetenek bir insanın statüsünün belirleyicisi olmuştur.
Yeteneğin diğer hepsini susturduğu, bulunduğu yere kilitlediği ve liyakatin
parlak ışığının toplumları aydınlattığı bu ideal aynı zamanda insanlık
tarihinin ilerleyişinin yahut geri çekilişinin de anahtar kavramlarından
biridir. Geçmişten bugüne bakıldığında “kayıp aydınlanmanın” da içinde yer
aldığı bütün aydınlanma süreçleri bilinçli veya bilinçsiz, geçici
meritokrasilerin diğer bütün yönetim biçimlerine üstün geldiği dönemlerdir. Bu
sebepten de toplumun en küçük organizasyonu olan aileden başlayarak en büyük
organizasyonu olan devlete kadar uzanan çizgideki kısa aralıklı bütün ışık
sızıntıları “liyakat”e, yani meritokrasiye yapılan vurgular sayesinde görünür
olmuş; toplumların huzur ve refah içinde yaşadığı dönemlerin mutlak gerekçesi
de “liyakat” olmuştur. Bunun tersine, güç, en tepeden başlayarak ırkçılık,
ayrımcılık, cinsiyetçilik, ideolojik
saplantı ve akrabacılık üzerinden temellendirildiğinde ise geri çekilme,
büzüşme, yozlaşma ve kirlenme kaçınılmaz hale gelmiştir. Sefalet
liyakatsizliğe, bereket ise liyakate dairdir. Dolayısıyla liyakat gücünü mutlak
surette yetenekten almalıdır; bunun dışındaki her şeyi elinizin tersiyle
ittiğinizde daha güzel bir dünya kurabilirsiniz. Ancak ve sadece liyakat insanı
ve insanlığı içine düştüğü bu amansız bataklıktan kurtarabilir, bu uçurumun
üzerine köprü kurabilir, bu adayı yaşanır kılabilir. Ve ama bunun bir ütopyadan
ibaret oluşu da çağımızın bir başka çelişkisidir.
“Emaneti ehline
veriniz” bir meritokrasi manifestosudur; unutulmuş, üstü örtülmüş veya en
azından zahiren anlaşılmış bir umdedir. Ve o manifestonun içeriği doğrudan
doğruya “ehil” dışında kalan ırk, cinsiyet, renk, ideoloji, akrabalık gibi
bütün partnerleri dışarıda bırakır, elinin tersiyle iter, hatta belki de onları
yüksek perdeden tel’in eder. Bu söz, insanlık tarihinde dile getirilmiş en
evrensel hakikatlerden biridir. İnsanı hayvanca yaşamaktan kurtarıp insanca
yaşamaya davet edişin en özlü sözüdür. Gelin görün ki sözün söylendiği dönemden
sonra genel kabul gördüğü, uygulamaya konulduğu neredeyse hiçbir toplumsal yapı
yoktur, olmamıştır. Çünkü “ehil” hiçbir zaman “yetenekle” ilişkilendirilmemiştir;
tersine, yeteneğin derisinin altına hiç uğramadığı kişiler kendilerini ehil
olarak görmüş, gördürmüştür. Zenginliğin yozlukla kurduğu ilişki buradan
nemalanır. Sonradan görmüşlüğün snoplukla kurduğu ilişki buradan ilham alır.
Işık hızı zenginliklerin fakirlerden çalınanlarla kurduğu imparatorluk
ilişkilerinin durduğu yer de burasıdır. Her nerede zenginlerin yoksullardan
daha itibarlı olduklarına yönelik bir vurgu varsa, her nerede zenginler
aşağılanıyor, hırpalanıyor, eziliyorsa orada ehil de meritokrat da yoktur. Her
nerede statü ile maddi mülkiyet arasında doğrudan bir bağ varsa orası
yozlaşmanın doruk noktasıdır. Geriye kalan bütün günahlar ondan sonra gelir.
Cehennemi neden orada, uzakta, ölüm sonrasında arıyoruz ki? Eğer bir toplumda
ehil olanlar, yetenekliler, ahlak sahipleri gücün ucuna, en uzağına itelenmiş;
buna karşın ehliyetsizler, yeteneksizler ve ahlaktan yoksun olanlar onun
kucağına oturmuşsa ve geriye kalan insanlar da bütün bunları seyrediyor, sadece
seyrediyor ama hiçbir şey yapamıyorsa cehennem orasıdır. Nitelikli olanın değil kendisini nitelikli
gösterenlerin iş yaptığı bir dünyada hayat sadece gösteriden ibaret olur.