Ruhumun soluklaştığı anlar var. Geri çekildiğim, hiç olmasam da olurmuş dediğim, var ama yok bir taş gibi hissettiğim, katı, kaskatı kesildiğim anlar… Hayatla arama geçişsiz duvarların örüldüğü, kendimi kıstırılmış hissettiğim, geri çekilip bir başıma kendi yalnızlığıma gömüldüğüm; evrenin, dünyanın, insanların içinde küçücük bir lekeye dönüştüğüm, elimden bir şeyin gelmediği, akışı durdurmaya gücümün yetmediği, bedenimle ruhumu bir baştan ötekine yenilgilerin kuşattığı zaman dilimleri en azından ötekiler kadar çok. Bir görünüp bir kaybolan güneş gibi yaşamın pırıltısı da bazen açıyor, ruhumu şenlendiriyor, denizin kıyısındaki kuru ama ıslanmaya her an hazır kayalara arada bir dokunan köpüklerin bıraktığı ıslaklık benzeri bir yeşerti umudu kendini gösteriyor, varoluşumu hayatın ortasına, merkezine taşıyıp bitimsiz coşkulara gark ediyor, bazen de karanlık bulutlar eşliğinde beni karamsarlığın kucağına bırakarak elimde avcumda ne varsa hepsini bir çırpıda alıp beni çırçıplak hayatın kıyısına, kimsenin bakmadığı, görmediği bir yerlere fırlatıp atıyor. Bütün bu bilinmezliklere, karmaşaya rağmen hayatla aramdaki mesafe iki duygu arasında gidip geliyor: Yaklaşmak-uzaklaşmak… Geriye kalan her şey bu iki eyleyişin türevleri gibi görünüyor. Hayata yaklaştıkça duygular canlanıyor, zihin açılıyor, ruh uçma eğilimine giriyor; ondan uzaklaştıkça duygular sönükleşiyor, irade büzüşüyor, kuru, neminden ve kabuğundan yalıtılmış çöpe dönüyor. Üç aşağı beş yukarı hepimizin hikayesi bu. Hayat yaklaştığımızda görüş mesafemize giren, bizimle selamlaşan, tokalaşan, tebessüm eden ve ufuklarını sonuna kadar açan bir gök iken uzak düştüğümüzde ise üzerimize abanıp hem içimizi hem de dışımızı kuşatarak kıskıvrak yakalayan, bizi bulunduğumuz yere kilitleyerek potansiyel eyleyişlerimizin hepsine son veren bir buluttan başka nedir ki?

Üstelik bütün bu gelgitler, bu yaklaşıp uzaklaşmalar sadece içimizdeki hikayenin dışarıya vurmasıyla ilgili değil. Hatta hiç değil ve belki de tam tersine, dışarıdaki hikayeler o berrak veya koyu bulutları getirip eteklerimize bırakıyor, kaderimizi şekillendiriyor. Bir ülke düşünün ki hangi iklimde, hangi mevsimde, hangi ruh halinde ve neresinde yaşıyor olursanız olun her sabah uyandığınızda baş ucunuza felaket haberleri bırakıyor. Bir sabah uyanıyorsunuz maden ocağı çöküyor, orada, facianın yaşandığı yerlerde birilerinin ocağı sönüyor. Bir sabah uyanıyorsunuz deprem oluyor, insanların acı çığlıkları enkazların arasındaki eprimiş duvarlara, tavanlara yapışıyor. Bir sabah uyanıyorsunuz apansız seller şehirleri göle çeviriyor, insanları önüne katıp bir bayırdan ötekine sürüklüyor, cesetlerini bile buldurmuyor. Bir sabah uyanıyorsunuz, yorgunluklarını gidermek,  ara tatillerini geçirmek üzere bir otele yerleşen, yorulmuş sinirlerini birkaç günlük ağız tadıyla dinlendirmeye çalışan insanlar bir otelin içinde, gecenin bir vaktinde, uykunun insanı en gafil avladığı yerde yangına yakalanıyor, umutları, hayalleri, istikballeriyle beraber küle dönüyor.

Hayat bir ruh halidir. İyi hissediş ve kötü hissediş dışında hiçbir bakiyemiz yok. Bu sebeptendir ki bazılarının hayatları uzun yaşasalar bile kısa, bazılarının hayatları kısa yaşasalar bile uzun geçiyor. Her sabah ağrıya, acıya, felakete ve yaşamlarının bir tesadüfe bağlı olduğunu düşünenler ülkesi elbette kısa ömürlü insanlar ülkesidir. Doğal güzellikleri ne kadar çok olursa olsun felaketin kucağında yaşayan insanların kısık, nemli gözleri onları asla göremeyecektir. Kültürel çeşitliliği ne kadar çok olursa olsun, kendi kederine gömülmüş, varoluşunun kalın kabuklarına sıkışmış iç dünyalar o çeşitliliği hiçbir zaman göremeyecek, gördüğü zaman da onu bir tehdit sayacak, o zenginliğin düşmanı olacaktır. İç dünyası karartılmış, gözlerine perde çekilmiş ve dışarıdan her an kötü haberler almaya ayarlı insanlar daha kendi kalıcılıklarını bile sağlayamamışken kalıcı üretimlerin üstesinden nasıl gelsin? Yarına çıkacaklarına bile güveni olmayan insanların bütün zamanları kuşatacak üretimler yapmasını beklemek ne kadar insaflıcadır?

Düşünün ki dışarının bütün o hercümercini geride bırakmak, kendinizi güvene almak için evinizin bir köşesine çekildiniz, gönül rahatlığıyla hayatın anlamı üzerine düşünüyor, kitap okuyor, müzik dinliyorsunuz. Yerin altındaki fay hatlarından biri her an kopabilir ve mühendislerinizin sizin için yaptığı evler içine girdiğiniz sığınaklar değil, sırtınıza aldığınız tabutlar olabilir bir anda. (Şubat depremindekiler baharı göremedi). Düşünün ki köydesiniz, şehre özgü bütün tehditler orada, uzakta bir yerde. Köyün meydanında oturmuş, çayınızı içiyorsunuz, bir maden ocağının göçüğü gelip sizi bulabilir. (İliç göçüğünden haberi olmayan insanlar aniden balçığın altında kaldılar ve çaylarına şeker yerine balçık karıştı). Diyelim çok çalıştınız, çok ürettiniz, yoruldunuz, tatil için bir otele sığındınız; otel sağlam ama olası bir yangında yangın tüpü çalışmıyor, yağmurlama sistemi kilitlenmiş, yangın merdiveni ahşaptan yapılmış ve binadan önce yanmaya aday veya hiç yok, hikayenizin nasıl biteceğini sanıyorsunuz? Hikayenin sonunda bu dünyaya uyanmak daha şaşırtıcı değil mi?.. Diyelim yandınız, bittiniz, kül oldunuz ve birileri yanıp bitip kül olmanın sizin suçunuz olmadığını, suçluların cezalandırılması gerektiğini dile getirdi. Onların da sonu belli: Geçişsiz duvarlarülkesine sürgün…

Başta da söylediğim gibi hayat iki durumdan, iki eyleyişten ibaret: Yaklaşmak ile uzaklaşmak ve ne yazık ki bazı iklimlerde hayata yakın olanlar uzaklaştırılıyor uzak olanlar tarafından. Ve ne yazık ki bazı iklimlerde ışık getirdiğini söyleyen bulutlar sadece maviliği kapatıyor. Otellerin yandığı iklimlerde mavi her zaman uzak olan, uzakta kalan, uzaklaştırılandır. Maviyi uzaklaştıranlar uzaklaştırılmadıkça hayatın bize yaklaşması mümkün değil. İçimdeki kasvetin sebebi de hepimizin hikayesi de bu…