Stoa felsefesinin Antik Roma’daki önemli temsilcilerinden biri olan Seneca Öfke Üzerine adlı eserinde şöyle der: “Gemisi çatlaklardan dolayı her yerinden su alan kişi, tayfasına veya doğrudan gemisine mi öfkelenir? Hayır, geminin su almasını önlemeye çalışır veya suyu boşaltır, görünür çatlakları onarır, gizli çatlaklara karşı da yılmaz bir çabayla mücadele eder, ne kadar su boşaltıyorsa bir o kadarı da girdiği için bu kişi asla gevşemez. Biteviye ve çoğalan kötülüklere karşı da böyle dirençli bir yardım gerekir.” Buradaki amaç kötülükleri durdurmak değildir elbette, çünkü kötülüğün varoluşun doğasında olduğu, birey olarak hiç kimsenin, hiçbir yerde bütün zamanlarda kötülüğü ortadan kaldırmaya gücünün yetmeyeceği aklı başında herkesin malumudur.
İnsanlık hiçbir zaman, hiçbir coğrafyada bütünüyle kötülükten izole edilmiş bir dünyada yaşamadı. Cennet hiçbir zaman bu dünyanın sınırlarından içeri giremedi. Hiçbir zaman, hiçbir yerde şeffaf bir iyilik, pürüzsüz bir erdem adası olmadı. Daha ilk insandan başlayarak insanın içsel yolculuğu, evet bazı bazı harika kıyılara yanaştı, geçici süreliğine orada eyleşti, bazen de hesapta olan/olmayan güzel adalara denk geldi. Ama tarih bize güzelliklerin olabildiğince kısa, kötülük ve çirkinliklerin ise bir o kadar uzun zamanlara yayıldığını gösteriyor. Bütün bunların ötesinde, herkes kendi çağını yaşıyor, o çağın bir mensubu olarak içsel yolculuklara çıkıyor, o çağa yönelik sorumluluk hissiyle hayat yolculuğuna devam ediyor. Yazık ki bizim payımıza da bu çağ; bu karanlıklar, zulümler, haksızlıklar, hukuksuzluklar, elemler çağı düştü.
Bugün dünyanın her tarafında, bu koca evren okyasunusunun ortasında gemisini yürüten, işi sadece gemisini kurtarmak olduğu halde kendilerine vazife olmayan sayısız işle meşgul, bü yüzden de liderliğini unutan, sorumluluğundan uzaklaşan, kafasını küçük şeylere taktığı için geminin rotasında sürekli hatalar yapan, yaptığı hatalardan ders çıkarmadığı için aynı hataları, bir daha, bir daha yineleyen liyakatsiz, basiretsiz, ufuksuz, öngörüsüz, merhametten yoksun, vicdanı köreltilmiş, daha da ötesi sorumsuz kaptanlarlar var. Ve bu kaptanlar, iş yapmak, tayfalarını salim limanlara çıkarmak yerine etrafına sürekli emirler yağdırıyor, geminin yanlış tarafa, hem de hızla gittiğini söyleyenlere ateşli öfkeler saçıyor. Hangimiz, dünya liderlerinin cümlelerini topladığında oradan bir çiçek bahçesi derileceğine inanıyor ki? Hangimiz dünya liderlerinin dudaklarından fışkıran kelimelerin sürtünmesinden dünyanın yangın yerine döndüğüne inanmıyor ki? İç dünyaları kaptan olmadan önce merhamete ayarlanmadığı veya kaptan olduktan sonra tayfalık dönemlerini unuttukları için bu kaptanlar gemilerini yanlış rotalara sürüklemekle kalmıyor, bazen karaya oturtuyor, bazen azgın dalgaların insafına bırakıyor, bazen de kendilerinden büyük gemilere çarpıp tayfasını zarara uğratıyor, tarifsiz kederler içinde bırakıyor. Sanki hayat sadece bugünden, bu andan, bu zaman diliminden ibaretmiş, sanki kendilerinden önce de bu okyanus, bu gemi, bu tayfalar yokmuş, sanki kendisinden sonra da olmayacakmışçasına sadece kendi istikbalini düşünerek sayısız acemilikler yapıyor, gemiye zarar veriyor, su aldırıyor, onun batma ihtimalini düşünmeyerek burnunun doğrusuna gitmeyi marifet sayıyor.
Sadece kaptanlar mı? Hayır, tayfaların da ne yaptığı belli değil. İçinde bulunduğu okyanustan habersiz, geminin nereye gitmekte olduğunu umursamak yerine kaptanlarının şakşakçılığını yapan, bulunduğu köşede, kıyıyı seyretmeyi bile yorgunluk addedip ataletten beleş başarı devşiren, günü kurtarma telaşının bütün varoluşunu kuşattığı bir dizi dalkavuklar mangası… Gemi su alıyor, çatlakları onarmamız gerekiyor, ufuk çoktan kayboldu, nereye gideceğimiz belli değil, devasa bir mechulün içinde sallanıp duruyoruz, yaşadığımız hiçbir şey hayra alamet değil diyenlere daha kaptanlardan önce onlar saldırıyor, saydırıyor; galiz, bulanık, kirli nefeslerini bu nadirattan dikkat çekicilerin üzerine boşaltıyorlar. Dünyayı yöneten kaptanlar, maiyetlerindeki ortalama tayfaları o kadar, öylesine eleştiriye kapatmış ki istikamete yönelik her uyarı, dalgaların geliş yönüne dönük her teyakkuz çağrısı, çatlayan omurgaya dair her hamle daha kaptana ulaşmadan anında bastırılıyor, etrafı cehennemle kaplı bu yapay cennette sonsuza kadar kalınabileceği zehabı sipariş söylemlerle geminin bir ucundan öteki ucuna biteviye servis ediliyor. Hangi geminin görkemli mefruşatı onu olası bir kazadan kurtarmış ki?
Dünya okyanusunda kimi son derece gelişmiş ve donanımlı, kimi daha ilk dalgada paramparça olacak üç yüzden fazla gemi dolaşıyor. Herbirinin içinde ayrı bir curcuna, ayrı bir sefalet, ayrı bir sefahat... Belki de gemilerin birbirine benzeyen tek dekoru kaptan köşkleri. Bütün kaptanlar aynı, evet, fark tayfalarda. Zaten her vuruşmada, her çarpışmada ayakta kalanlar sadece kaptan köşkleri oluyor, önce geminin güvertesindeki canlar dağılıyor, onların kuş tüyü hafifliğindeki gövdeleri saçılıyor okyanusun dibine. Hiçbir saldırıya maruz kalmasa bile sadece kendi çatlaklarından dolayı okyanusun dibini boylayacak gemiler ile Titanikler arasındaki tek fark, birinde gemil daha batmadan açlıktan ölenlerin, diğerinde orkestra eşliğinde dans edenlerin oluşudur. Sonuç: Hiçbir gemiden hiç kimse sağ çıkamayacak. Trump da ölecek, Netenyahu da… Ortadoğu’nun, Güney Amerika’nın, Güney Asya’nın zalim diktatörleri de… Gemilerin ömrü yetse bile insan ömrü bu yolculuğun sonuna yetişemeyecek. Sorun şu ki öngörüsüz kaptanların sayısı arttıkça okyanusta gemi enkazları çoğalıyor ve yakında, pek yakında gemiler yol alacak okyanus bulamayacaklar…