Sükut sadece ikrar içermez. Elbette bir cevaptır ve varoluşun etrafını çevreleyen bir durum olarak eyleyişe dahildir. Ancak geleneğin de söylediği gibi salt ikrara yönelik bir cevap değildir suskunluk. Varoluşsal suskunluğu bir tarafa bıraksak bile bazen ertelemeye, vakti gelmediği için zamana bırakmaya, bazen hafif veya ağır tondaki tahfifata vurgu yapar. Burada elbette sözü söyleyenin, eyleyiş sahibinin konumu ile muhatabının durduğu yer belirleyicidir. Bağlamdır sükuta anlam veren, onun içeriğini tahkim edem. Eğer söz, aşağıdan yukarıya söylenmişse büyük ölçüde sükut tahfifatla donanır ve cevap vermeme, cevap verme lüzumu görmemeye dahil olur. Cevap vermeme, cevap verme gücünü zayi etmemeyi içerir. Eğer söz, eşitler arasından birinin ötekine yönelttiği bir hamuleyle yüklü ise bu durumda sükut ya ertelemeye veya ikrara dahildir. Ertelemeye dahil olmasının sebebi de nispeten cevap verme yeterliliğini muhatabın hak etmemişliğine yorulur ki söz bermutat hale gelirse bardağın dolduğu yerde, tam da orada muhatabına okkalı cevap olarak döner. Burada da söze muhatap kişinin tam da o anda, sözün söylendiği esnada verilecek cevabı olmayışından değil, bundan değil hayır, bilakis karşıdakinin kurduğu cümleyi anlamasına yönelik bir zaman tanıma toleransından kaynaklanır ki bilge kişi de böyle yapar. Sükutun ikrara dahil olduğu tek yer cehalettir. En azından o duruma, o konuya özgü vukufiyet darlığıdır ki burada bile cahil, sapursupur cevap vererek kendini olduğundan daha zor durumlara düşürür. Ezcümle: Her sükut ikrar içermez.

Gelelim asıl konuya: Bundan epey bir zaman önce değerli meslektaşım Prof. Dr. Hakan Sazyek, Kitaplık dergisinde olacak, yazdığı bir yazıda benim Postmodernizm ve Edebiyat adlı kitabımdan hareketle, kitabımın içeriğinde yer alan modernizm-postmodernizm temellendirmelerimin yerinde olmamışlığına yönelik bir dizi görüş ileri sürdü. Yazarın vakti gelince meseleye vukufiyeti hasıl olunca görüşlerinden zaten kendi kendine rücu edeceği düşüncesiyle cevap verme gereği duymadım. Mesele de zaman içinde unutuldu gitti. Ancak geçen hafta Hece dergisinin Oğuz Atay özel sayısında kaleme aldığı yazıda, aradan geçen bunca zamana rağmen görüşlerinde hala iğne ucu büyüklüğünde bile bir gelişme olmadığını gösteren, yer yer de basit genellemelerle oluşturduğu yargı ifadelerini mündemiç bir yazıyla karşılaşınca lütfedip bir cevap yazmayı doğru buldum. Hemen ifade edeyim ki ben meslektaşımın yaptığı gibi bir yargılama üslubu kullanmaksızın, amacı bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olan üç beş cümle serdedeceğim. Üstelik bu cevap, kitabımdan hareketle, oradan yaptığım alıntılarla, orada temellendirmenin temel gerekçesi olan felsefi, sosyolojik, psikolojik vs. altyapı öğeleriyle değil, Hece dergisinin, yani kendisinin de yazısını yayımlayan neşriyatın dergi ekine yerleştirerek yazarlarına gönderme zahmetinde bulunduğu Ihab Hassan’a ait Orpheus’un Parçalanışı: Postmodern Bir Edebiyata Doğru adlı kitaptan küçük bir alıntıyla olacak.

Ancak belki de öncelikle Sazyek’in şahsıma yönelik cümlelerini yinelemek gerekir. Yazar; Yıldız Ecevit, Berna Moran ve Jale Parla’yı kastederek bu “üç duayen akademisyenin, Atay’ın eserlerine yönelik postmodernist odaklı yaklaşımları, elbette, onları referans alan pek çok eleştirmenin ve akademisyenin incelemelerine sirayet edecekti; etti de.” diyor ve sözü hiç uzatmadan bana getiriyor: İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat adlı, teorik altyapısı oldukça yetkin çalışmasının o oranda kof olan uygulama kısmında –ki duayen isimlerden daha da ileri giderek- Aylak Adam’ı ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bile edebiyatımızın ilk postmodernist romanları olarak ilan etmekte beis görmez.” Kimin duayen, kimin değil olduğuna zaman karar verir, bunun en güzel örneği de Oğuz Atay’ın bizzat kendisidir. Bu tartışmaya, buradaki komleksli yaklaşıma dokunmuyorum bile. Ancak şahsımla ilgili söylediklerini sükut ile geçiştirmenin vakti geçti diye düşünüyorum. Dediğim gibi, 380 sayfalık Postmodernizm ve Edebiyat adlı kitabım orada duruyor. İsteyen ilgili yerleri açıp okuyabilir. Ben işi sıkı tuttuğum için siyasal, sosyolojik, psikolojik ve kültürel bütün altyapı gelişmelerini, hatta terimlerin arkeolojisini dikkatlere sunarak bir gerekçelendirme yaptım. Ancak kitabın hiçbir yerinde Aylak Adam ile Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü posmodernist metin olarak görmedim, göstermedim. Dört ayrım içinde “postmodernizme” geçiş süreci olan “postmodernite”ye dahil ettim. Yazara, ilgili bölümleri bir daha okumasını şiddetle tavsiye ederim. Bu ikisi arasındaki radikal farklı anlatabilmem için yeni bir kitap yazmaya ihtiyaç olacağından burayı da geçiyorum. Kendisinin de eline geçen Ihab Hassan’a ait metnin Çevirmen Sunuşu bölümünde şunlar yazıyor: “Bu kitap, moderniteye karşı radikal bir hamle, bir çeşit başkaldırıdır. Modern dönemin tahakkümü yıkılmış, Orpheus parçalanarak bedensizleşmiş, lirin yayları kopmuş ve yeni bir edebi anlayışa yaklaşılmıştır… Bu parçalanma durumunun yarattığı kaos, karşı-edebiyatın, aliteratürün var olmasına ve biçimsel çoksesliliğin bir çeşit sessizlik haline dönüşmesine neden olur.” İkinci baskıya önsöz”de ise şunları ifade eder çevirmen: “Bugün postmodernizm birçok alana değinme eğilimindedir: Edebiyata, müziğe, dansa, görsel sanatlara ve mimariye; felsefeye, tarihyazımına, psikanalize, dilbilimine ve özellikle edebiyat teorisini kapsayan çeşitli insani bilimlere; kitle iletişimine ve sibernetik teknolojisine, hatta insani bilimlerle ‘yeni müttefikler’ kuran fen bilimlerine…” Özellikle bu son cümleyi okuduğunda sayın Sazyek’in tahayyülünde acaba Tutunamayanlar, ruhu ve gövdesiyle tecessüm etmiş midir?.. Tutunamayanlar’da geleneksel roman anlayışının hiçbir öğesi temsil ettirilmediği için zaten başlangıçta, anlamamaktan kaynaklı bir dizi eleştiri yapılmamış mıdır? Tutunamayanlar’a hak ettiği değer, ancak 1980’lerden sonra, postmodernizmin teorisi ayan beyan ortaya çıkınca verilmemiş midir? Tutunamayanlar, özüyle sözüyle, ruhu ve bedeniyle postmodernist bir metindir, nokta. Yazar, hala ikna edilememişse Edebiyat Biliminin Yöntemleri-2 (Fidan Yayıncılık, İstanbul, 2023) adlı kitabıma bakabilir. Eğer yine ikna olmazsa o serinin üçüncü cildini, yani Uygulamalar’ı birkaç yıl içinde yayınlayacağım ama o da ikna edemezse, ne denebilir, yolu açık olsun.