Bildiğimiz dünyanın en iyi tarafı öngörülebilir oluşuydu. Hakikati yansıtıp yansıtmadığı bir tarafa, insanların hayata yönelik inançları vardı. Bir gayenin içine doğuyor, onunla birlikte yaşıyor, onunla dertlere katlanıyor ve ondan keyif alıyorlardı. Üstelik bu sistemin ayırt edici özelliklerinden biri her yaşa, her çağa belli değerler yüklemesi, insandan da onu beklemesiydi. Belki şimdiki kadar belirgin, aydınlık değildi yönler, yordamlar. Keçi yolları daha dardı asfaltlardan ama hiçbir insan ötekinin yolunu kesmiyor, hiçbir yolcu ötekinin ayakizini yok etmeye çalışmıyordu. Dışarıdan bakıldığında halledilmemiş sorunları, ulaşılmamış ufukları vardı dünyanın. Ama yine de insanlar bu devasa denizin ortasındaki küçük adayı evrenin merkezi addediliyor, onun içine doğmuş olmayı bir şans sayıyor ve geldikleri yere giderken geriye onu bırakmayı, onu berelenmeden bırakmayı insanca bir görev kabul ediyordu. Yine balık avlıyordu ama soyunu tüketecek kadar değil. Yine kuşları vuruyordu ama yuvalarını dağıtacak kadar değil. Yine ekip biçiyordu ama toprağın anasını ağlatacak kadar değil. Yine nefret duyuyordu ama kökünü kurutacak kadar değil. Yine öldürüyordu ama mezarını yok edecek kadar değil.
Sözüm ona, bizim kadar bilgili değillerdi ya, bildikleri her şey onların hayatını kolaylaştırıyordu. Bilgi birini ötekine bağlayan sağlam bir ip, bir yerden öteki tarafa uzanan korunaklı bir köprüydü. Bizim kadar varlıklı değildi o insanlar ama içlerindeki berraklık en büyük zenginlikti. Sıcak bir ekmekte hayatın tadını alıyordu o insanlar. Yeşil soğanın kokusuna hangimiz onlar kadar bağlı kalabilir ki? Küçük bir pınarda yeraltı sularının tamamını görüyorlardı. Bir avuç toprak gözlerini doyuruyordu o insanların, bir bez parçası, tamam, en güzel mahremiyet örtüsüydü işte. Belki ayaklarına giyecek bir çift ayakkabıları bile yoktu ama incitmedikleri için tabanlarına diken bile batmıyordu. Bizim kadar imkanları yoktu ama küçük olasılıklardan kendilerine yetecek kadar imkanlar sağlıyorlardı. Göğe daha yakın duruyorlardı. Ne atom bombası vardı ne zehirli gazlar ne de nükleer atıklar onların hayatında. Yere onun hizasından bakıyorlardı ve ne göğün ne yerin ihanetine uğruyorlardı. Değerlerin bizatihi içindeydiler. İnancı kullanmıyorlardı, ahlakı gösteriş için yaşamıyorlardı. Yaşam kelimesini kullanmadan yaşamın tam ortasında oturuyorlardı. İnsanın ve hayatın gözlerinin ta içine bakıyor, ondan olması gerektiği kadarıyla istifade ediyor, gerisini inandıkları Tanrı’larına bırakıyorlardı. İşin doğrusu şu ki dünyayı bizden daha çok seviyor, bizden daha çok koruyor, insana bizden daha yakın duruyor, bizden ziyade saygı gösteriyorlardı. Her şeyin sahibi olduğumuz an sahipsiz kaldık ve hiçbir şeyimiz kalmadı.
Şimdiyse dünyanın kendisi kadar değerler de zamanlar da iç dünyalar da paylaşıldı, parsel parsel bölüşüldü. Dünya yine büyük ama kalpler küçüldüğü için insanlara toprak yetmiyor, daha fazlasını, daha fazlasını istiyorlar. İnançlar, fikirler yine orada, oldukları yerde duruyor ama önyargılar öylesine daraldı ki oraya ulaşmaya hiç kimsenin kalbi yetmiyor. Ayaklarımız küçüldü, yürümeye mecalimiz yok. Ellerimiz küçüldü, kavramayı bilmiyor. Tetiğe dokunan el ile gülü kavrayan el arasındaki bütün sınırları yitirdik. Bedenlerimiz büzüştü, orada, durduğu yerde her hangi bir nesneyi alıp başka yere koymak dünyanın en büyük, en zor işi gibi görünüyor. Bedenlerimiz gün boyu çakılıp kaldığımız koltuklara emanet… Göz kapaklarımız genişledikçe retina tabakamız ağırlaştı, renkleri bile ayırt etmekte zorluk çekiyoruz. Gözlerimiz hayran olmak için değil gözetmek için de değil, gözetlemek için kullanılıyor artık. Kalbimizi hayata öylesine kapattık ki oraya aldığımız her şey daha oturmadan bile çıkıp gidiyor. Aidiyetlerimizi yitirdik. Bir inanca, bir millete, bir türe, bir cinse, bir ahlaka, bir eve, bir mahalleye, bir şehre, bir ülkeye, bir ülküye ait değiliz. Varlığımız bile başkalarının inşa ettiği, işgal ettiği bozguna uğratılmış bahçelerden farksız.. Bunların hepsi söz birliği etmişçesine aynı anda yüreğimizi terk etmiş, geri dönmüyor. Zevklerin küçük, kırılgan anlarına sıkışıp kalmış hayatlarımız. Huzur bizi çoktan terk etmiş. Zihinlerimiz kirlendi, nereye yöneleceğini, ne yapacağını bilmiyor. Ortada bütünlüğünü muhafaza eden hiçbir kıymet, varlığını bugünden geleceğe uzatan hiçbir hatırı sayılır bakıye kalmamış…
Özünü yitirmiş ne varsa biçiminin gölgesine sığınıyor, oradan medet umuyoruz. Sanki kabuk özü temsil ediyormuşçasına bütün üretimlerimiz dışa yönelik. Hangi değere sarılsak yanıyor, hangi duyguya yönelsek eriyor. Kabuklar özü temsil etmiyor artık. Neyin, hangi değerin içini açsanız koskoca bir boşluk… Hangi insanın kalbini yarsanız içinden beyhude kalabalıkların boş uğultusu yükseliyor. Hangi bilincin içine yönelseniz yolunu şaşırmış, anlamının altında ezilen sayısız kelime dolaşıyor. Hangi benliğe başvursanız, bırakın size yol göstermeyi kendi varlığından habersiz… Kılavuzların elindeki pusulalar paramparça… Üstelik gemiler de su alıyor. Tayfalar mı? Koşturup duruyor bir havalanıp bir yere çakılan gemilerin üstünde… Ne akıl var ne izan ne merhamet ne sevgi… Hiçbir dağın çiçeği kokmuyor. Hiçbir ırmağın suyu serin değil. Hangi insanı açsak içinden canavar çıkıyor. Bildiğimiz dünyanın sonu geldi. Üstelik bildiğimiz dünyanın sonunu bildiğimiz insan getirdi. Ve biz galiba şurada yanıldık: Yaratmadığı bir dünyanın kıymetini nasıl bilebilir ki insan?