Doğanın değişmeyen kaidesidir: Önce olmak, sonra yola çıkmak gerekir. Olmadan yola çıkmak da olduğu halde beklemek de insanın şanından değildir.

Doğanın değişmeyen kaidesidir: Önce olmak, sonra yola çıkmak gerekir. Olmadan yola çıkmak da olduğu halde beklemek de insanın şanından değildir. Her çekirdek başını göğe yükseltmek için hazırlık yapar, güçlenir, o gücün etkisiyle kabuğunu parçalar ve kırılgan filizler eşliğinde hayata katılır. Kuvvetlenmesi için zamana ve uygun şartlara ihtiyaç duyar. Bütün bunlar vaki olunca da çiçek verir, meyveye durur hem kendi yolculuğunu kıymetli hale getirir hem türünün sınırlarını genişletir, varoluşunu geleceğe aktarır. Bizim gibi olmadan yola çıkanların ya gücü kabuğunu kırmaya yetmez ve bir ömür kendi kendine oluşturduğu yapay duvarlar arasında sıkışır kalır veya vaktinden önce yola revan olduğu için yolculuk bitmeden nefesi tükenir. Bunların her ikisi de aynı kapıya çıkar: Beyhude çırpınışlar. Belki de gerekli hazırlığı yapmadan hayata katıldığımız, vakti gelmeden yola çıktığımız için yolculuklarımız yarım yamalak, iç dünyalarımız paramparça. Olmadan yola çıkanların takatinin yolu bitirmeye yetmeyeceğini bilmeliydik. Olgunlaşmayan meyveninçekirdek vermeyeceğini bilmeliydik.Ve elbette çekirdeksiz bir dünyanın yaşanmaya değmeyeceğini...

Hepimizin genetiği değiştirildi. Hepimizin duygularıyla oynandı. Bu vakitten sonra çekirdeksiz incirlerden farkımız yok. Bize her sabah ne yapacağımız söyleniyor, niye yapmamız gerektiği hakkında susuluyor. Bütün bunların bir anlamı var. Hiç kuşkusuz bu serüven öncelikle yolu, yolcuyu ve yolculuğu bilmeyi, yakından tanımayı gerektirir. Bu da bir insan için öncelikli meselenin evreni, dünyayı, zaman ve mekanı tanımak olduğunu olduğunu gösterir. Üzerinde yaşadığı cismin doğasını bilmeyen, onu oluşturan ögelerden bihaber olan birinin, ona ayna olarak kurgulanmış kendini bilmesi de zordur. Çünkü her durumda bir aynalar düzeneğinin içinde hareket ediyoruz. Elbette bu aynalar birinden ötekine yansıyan, birini ötekine taşıyan öğeleri de içerir. Ve olmak bu yönüyle evreni tanıdıktan sonra iç evrene yönelmek, dünya sistemine bir de beden sistemini eklemek demektir. Olgunlaşmak için, yola çıkanlar için bu ikinci aşamadır: Evreni tanıdıktan sonra kendini tanı…

Evren ile bedene yönelik bakışın bizi vardıracağı yer kendi bilincimizi keşiftir: Bu da eyleyiş potansiyelimize özgü güçlü ve zayıf taraflarımızın test edilmesinden, kendimize özgü tek kişilik dünyalar inşa etme sürecinde fazlalık ve azlıklarımızın farkında oluştan geçer. Elbette buna bir de iç dünyamızın atmosferini yaratan iklim koşullarını eklemeli. Zihnimizin ve ruhumuzun haritasını çıkarmak da bilmeye dahildir. Çünkü çoğu zaman ya kavrayışımızın sınırlarını olduğundan daha büyük vehmedip onun gücünün yetmediklerine yönelen, büyük hayal kırıklıklarıyla geri çekilen bir tavır geliştiriyoruz ya da gücümüzün farkında olmadığımız için aynı kirli kaptan su içiyor, yüzlerce kez gittiğimiz yola bir daha giderek farklı manzaralar görmeyi umuyoruz. Yolumuz değişmediği sürece yolculuklarımız, yolculuklarımız değişmediği sürece duraklar da dahil konaklama alanlarımız asla değişmez.

Evrenle başlayıp iç dünyanın keşfiyle devam eden bu yolculuğun üçüncü durağı ise içine doğduğun kültürün araçlarını tanımaktır. Çünkü aldığımızla yetinecek olsak niye doğmuş olalım ki? Ona kendimizden bir şey eklemeyeceksek neden dünyaya gelmiş olalım ki? Bedenimizle evrene, nefesimizle dünyaya dokunurken zihnimizle de ona bir şeyler eklemeliyiz. Ve bu ekleyiş ya aksayan bir şeyi düzeltmek, onarmak veya olmayan bir şeyi olabilir sınırlarına taşımaktan ibarettir. Sonuçta bize bırakılan dünya gibi bize bırakılan kültür mirasları da insanca yaşamanın koşullarını yerine getirmeyebilir, şu ya da bu nedenden ötürü yaşam alanımızı daraltıyor olabilir. İnançlar ideolojilere, ideolojiler kırılarak dünya görüşlerine, onlar da kırıntılar halinde küçük, minimal düşünce tozlarına dönüşmüş, insan ile dünya arasına sayısız engel konmuş olabilir. Yapılması gereken berrak bir zihinle evreni, dünyayı, insanı anlamak, birini diğerine feda etmeden bunların her birine hak ettiği değeri vermektir.

Vaziyet ortada: Dünya bir başından ötekine nitelikli tekliklerden niteliksiz çokluklara doğru gidiyor. Özgün nitelikler her gün biraz daha yerini taklit niceliklere bırakıyor. Taklitler asıllarının yerini aldıkça hayat keyifsizleşiyor, heves kırılıyor, insanın içindeki o bitimsiz enerji topraklanarak yatay göstergeler dikey olanların üstünü kapatıyor. Kelimenin gerçek anlamıyla özgünlükleri nefessiz bırakan plastiklerin arasından geçiyoruz. Sadece nesneler değil, inançlar, düşünceler, karakterler, ilişkiler bile özgünlüğünü yitirmiş, pürüzsüz sentetik kurgulara dönüşmüş durumda. Derinliğin yerini alabildiğine sığlıklar aldığı için bizimle hayat arasına gerilmiş ipler ansızın kopuyor, ruhumuz tarifi olmayan boşluklara savruluyor. İç dünyalarımız, kökleri kuruduğu/kurutulduğu için bayağılaştı, bayağılığın ürettiği eyleyişler ilişkileri sıradanlaştırdı. Bu vakitten sonra ilişki kurmuyoruz, birbirimizi tepip durarak aşındırıyor, yaralıyor, dipsiz kuyular açıyoruz. Bu vakitten sonra dünyanın büyüsünü kaçıran şey, nereye gittiğimizi bilmemek değil, gitmek istememek, gitmek zorunda kalınca da sadece varmaya çalışmaktır. Bir zamanlar iyiler ve kötüler olarak ikiye ayrılan insanlar şimdilerde yola çıkma hevesi taşımayanlar ile yola koyulanların yolu unutması, sadece varacağı yere dikkat kesilmesi şeklinde taksim ediliyor. Amacını yitirmiş bir çalışmak ile çalışmayı unutmuş amaçlar arasındaki savrulmanın üyesiyiz hepimiz. Kutsiyetini kaybetmiş eyleyişler, çıplaklaştırılmış başarılara götürür. Bundan dolayıdır ki kim, nerede, neyi başarmış olursa olsun mutsuzdur. Başaranlar için her başarı tuzlu su etkisi yaratmakta, amaç ne pahasına olursa olsun sadece başarmak olmaktadır. Günümüzün anahtar kelimesi, iyi insan olmak, onurlu yaşamak değildir artık, başarılı olmaktır. Bizler, büyük düzeneğin özgür, bir bayırdan ötekine dörtnala koşan fiyakalı atları olmaktan çoktan çıktık. Her gün, aynı hizaya konulup düz bir alanda çatlayıncaya kadar koşuyor, gün bitiminde yorgun atlar gibi kendimizden geçmiş halde yataklarımıza giriyor, sabah yine, yeni bir koşunun hayaliyle yaşıyoruz. Bayırlarını, çimenlerini unutmuş koşu atları için hayat sadece boş bir koşuya dönüşüyor ve biz bunu yapıyoruz. Birileri bizim adımıza bahisler oynuyor, kazanıyor ya da kaybediyor. Bizeyse sadece keyifsiz yorgunluklar kalıyor, hepsi bu…