Kendin(i) bulmalısın
1970’li yıllardan itibaren özellikle köyden şehre göçleri ve şehre adaptasyon sürecini anlatan filmlerde, göçmenlerin henüz tanımamaktan ve yeni kültürel çevreye adapte olamamaktan kaynaklanan “kandır(ıl)ma” işlenen temalardan birisidir. Köprüleri, saatleri satma hikayeleri de buradan üretilmektedir.
Şehre iner inmez insan
kendisine yardım etme vadiyle yaklaşan kişilerce kandırılır. Parasını kaptırır.
Hemen ardından birisi de bu hikayeyi dinleyip dürüst ve adil olduğuna dair
gösteriş ve söylemlerle o insanı tekrar çarpar. Ta ki o insan kimseye
kanmamasını ve işlerini kendisine inanarak yapması gerektiğini öğreninceye
kadar.
İşin aslı bu kandırılma
hikayeleri hiç bitmez. Bunun ilk sebebi, ülkelerde henüz göç konusunun devam
eden bir olgu olması ise, ikincisi de, kısa yoldan köşeyi dönme gibi hırslara
sahip insanların toplumda epey bir yekün teşkil etmesi. Hele dijital çağla
birlikte “yatırım” adı altında kişilere sunulan imkan(sızlık)lar ile birlikte
bilhassa gençlerin “prekarya” tutumlarının baskın oluşu.
İnsanlar şu anda uzun süreli
emekler vererek hayatını devam ettirme anlayışından giderek uzaklaşıyorlar.
Hayatın hızlanmasının en önemli göstergelerinden birisi de çabuk kazanmak ve
onu derhal harcamak. Dikkat ederseniz birçok iş sektörlerinde çalışanların da
portreleri çabuk değişiyor. Hayatına, işine, aileye vb. çokça emek harcayarak
bir inşa yapmak yerine, “gittiği yere kadar” mentalitesi daha çok işliyor.
Tabii ki bu zamana kadar
bilhassa küresel postmodern sistemin verdiği imaj, dünyanın giderek daha iyi
olacağı ve geriye gidişin mümkün olmadığı. Doğrusu modernite ile birlikte
kitlelere dikte edilen “ilerleme” düşüncesi, hele bir de teknolojinin imkanları
ile birleşince her bakımdan ileri bir durum yaşanacaktı. Bilhassa gençler
2000’lerin başlarından itibaren ellerine tutuşturulan makinelerle geriye
gidişin imkansızlığına iman etmişlerdi. Hatta bu iman hala devam etmektedir.
Bugünkü küresel postmodern
dünya sistemi, insanlar arasında büyük bir adaletsizlik yaratırken, geniş
kitleleri kendi oluşturduğu “marabalık” sistemine dahil ediyor. Herkesi kamuya
çıkarıp çalıştırırken günün sonunda dünya sistemi kitlelerin ellerine
tutuşturduğu paraları tekrar sistemin içine almanın hesapları peşindedir. Öyle
ki, dünya ölçeğinde geniş kitleler karınları yarı aç yarı tok, cepleri
tamtakır, borçlan(dırıl)mış bir vaziyette ancak ellerinde tuttukları makinenin
mutluluğuyla gülücükler saçıyor. Hatta bu yaşam tarzını giderek içselleştirmiş
görünüyor. Böyle bir hayatın aslında maddi ve manevi olarak kendisine
maliyetinin ne kadar yüksek olduğunu düşünmüyor. Kitleler 1984 vari yöntemlerle
retoriğin dayanılmaz cazibesi içine kendilerini bırakıyorlar.
İşte tam da bu noktada,
içinde yaşadığı küresel postmodern dünya sisteminin olumsuzluklarından
kurtulunması gerektiği gibi belirli belirsiz bir fikre sahip olduğunda, bunu
kendi olarak ve kendini bularak değil, birilerine havale ederek çözmeye
çalışıyor. Esasen birçok insan yaşadığı hayatta ve dünya sisteminde bir problem
de görmüyor. Bu hayat öyle bir kültür oluşturmuştur ki, buna dair entelektüel
uyarıları insanlar kendilerine “kötülük” yapılıyor diye düşünüyorlar. Hasılı
rüyalarından uyanmak istemiyorlar.
“Seni
kandırmışlar, ben senin problemini çözerim” diye yaklaşan bir başkasına bu
sefer vekaletlerini teslim edip bir başka vesayete giriyorlar. İnsanlar
postmodern küresel dünya sistemi tarafından öyle kuşatılmış haldedirler ki, buradan
ancak “kendin(i) bulmak” yoluyla çıkabilirler. Herkes kaderini sahiplenmelidir.