Şam hiç de uzak değildi bize
İsimlerini andığımız, ekranlardan görüp haberlerine
tanık olduğumuz yerler sanki çok uzağımızdaydı. Ama gerçekte uzak değillerdi.
Kudüs, Gazze ve Şam… Sürekli gündemden düşmeyen gelişmelerin yaşandığı,
oralarda bir şeylerin olduğu, ama çok uzaklarda kaldığı için ‘bakılıp geçilen’
yerlerdi bu beldeler…
Uzak olmasa gidilirdi çünkü… Yaralar sarılır,
uzatılan ellerle buluşabilirdi ellerimiz… Ama bir kere işlemişti zihinlere;
kara dumanların tüttüğü, yerin altlarında insanların inlediği, anaların sessiz
çığlıklar attığı bu yerler haritalarımızdan silinmiş, kaybolmuştu.
Oysa bir adımlık mesafedeydi Halep, Hama ve Şam…
Birkaç adımlık mesafedeydi Beyrut, Gazze ve Kudüs… Bizler aynı bölgenin
insanlarıydık; hem yürek, hem inanç hem de yer ve gök olarak aynı
coğrafyadaydık. Yapışık ikizler olarak doğmuş bebekler gibi İstesek de
birbirimizi görmezden gelemezdik. Acılar ortak acımız, sevinçler de ortak
sevincimiz olmalıydı. Paylaşmalıydık sevgiyi, merhameti ve tüm insanlık
değerlerini… Paylaşmalıydık ekmeğimizi, aşımızı…
Suriye’nin Baas diktatörlüğünden kurtulması ve
ekilen hürriyet filizlerinin yeşermesi, bu erişilmezlik zincirlerinin de
kırılmasına vesile oldu. Artık her yere bizimle beraber gelen gökyüzünü bu
sefer de Şam’ın tepelerinden seyre dalmıştık.
13 yıl boyunca ödenen bedellerin neticesi olarak Şam’ın
sokakları, çarşıları ve şehre bakan tepesiyle yeniden buluşmuştum. En son 2008
yılında ziyaret etmiş olduğum kenti açıkçası bir daha görebileceğime pek
ihtimal vermiyordum. Ama artık uzaklar yakınlaşmış, imkânsız görülenler de
Allah’ın ‘ol’ demesiyle kolaylaşıvermişti.
Şam ayaktaydı… Yaralı ve yıpranmış haline rağmen
tüm vakarıyla bizleri karşılamıştı. Yol kenarlarında çok sayıda yanmış ve
terkedilmiş tank ve askeri araç göze çarpıyordu. Zorba diktatörlüğün sebep
olduğu izler yollarda ve binalarda da kendini hissettiriyordu. Bu izler,
konuşmaya çalıştığımız insanların yüreklerinde de yer etmişti. Ya dillerinden
dökülen kelimelerde ya da tereddütlü bakışlarında görmüştük bu izleri…
Konuşmaktan çekinen, başına yarınlarda bir şeyler gelir mi endişesiyle halen
çekinip korkanlar vardı.
Yıllardır terk edilmiş binaların sebep olduğu soğuk
ortam, çadır kentlerde hayatta kalmaya çalışan ev sakinlerinin geriye dönmeye
başlamasıyla biraz ısınmaya başlamıştı. Ama işleri pek de kolay değildi. Çünkü
devrik rejimin haramileri, binalarda para edecek ne varsa söküp almışlar evleri
kullanılamaz hale getirmişlerdi.
Çadırlarda ve barakalarda yaşanan çile dolu
yılların ardından geri dönmeye başlayan sürgündeki Şamlılar evlerine kavuşmuş,
tüm eksikliğe rağmen yeniden hayata tutunmanın yollarını aramaya başlamışlardı.
Baas rejimi onların canlarını, heyecanlarını,
umutlarını ve hayatlarını çalmıştı. Dünya ölçeğinde kaybedilmiş koca bir 61
sene vardı. Şimdi bunu telafi etmek, devrimle sonuçlanan yolu kanlarıyla,
bedenleriyle döşeyenlerin fedakârlıklarına sahip çıkmak, bugünleri görebilenlerin
üzerine düşen bir görevdi.
Şam karanlık ve soğuktu… Elektrik kesintilerinden
kaynaklı karanlık, mazot yetersizliğinden dolayı da soğuktu binalar. Yeterli
mazot olmadığı için mazot sobaları ve kalorifer sistemleri kullanılamıyordu.
Ama yine de mutlu ve heyecanlıydı insanlar. Despotizmin karanlığından kurtulup
aydınlık günlerin kapısını aralamışlardı. Elektriği biraz daha
bekleyebilirlerdi. Zindanların soğuk duvarlarını yıkmışlardı. Bedenlerinin tam
ısınacağı günler için de biraz bekleyebilirlerdi.
Eski Şam şehrinin surları içinde ve Şam Kalesi’nin
yanında bulunan Suriye'nin en büyük ve en merkezi kapalıçarşısı Hamidiye’den
geçerken canlılık gözümüze çarpıyordu. Hamidiye Çarşısı, Şam’ın en canlı
alışveriş alanlarından birisiydi. Eski Şam şehrinin içinde dolaşırken, kubbesi
altındaki dar ve sınırlı alanda oluşan hareketlilik gerçekten görülmeye
değerdi.
Sevincini açıkça belli edenler fazlaydı. Ancak halen
tedirgin olan, bakışlarında korkunun izlerini okuyabildiğiniz kişiler de az
değildi. Sevincini açık alanda paylaşamayıp dükkânının içine bizi çağırarak duygularını
ifade eden esnaflara da rastlıyorduk.
Sultan I. Abdulhamid tarafından yaptırılan, Sultan
II. Abdulhamid’in de genişlettiği Sugul Hamidiye’nin içinde attığımız her adım bizi
Emevi camisine biraz daha yaklaştırıyordu. Yürüyüşümüzü yavaşlatan kalabalıklar
camiye yaklaştığımızın işareti olmuştu. Emevi camii adı sayılan Harem
mekânlarımızdan değildi. Açıkçası dini bir merkez de değildi. Ama orayı hem
bizim hem de tüm Müslümanlar için bugün ayrıcalıklı kılan, topluca yapılan ve
yapılacak olan şükür secdelerine ev sahipliği yapıyor olmasıydı. Bu secdeler,
dualar, hamdler bir devrin sona ermesinin göstergesiydi…
Emevi Camii, şehrin merkezi toplanma yeriydi.
Sevinçlerin de burada yaşanıyor olması gayet doğaldı. Hele sevincini hamdle,
secdeyle, Allah’a şükürle ifade edebilenler için bu merkezi camii’de olmak
gayet anlaşılabilirdi. Babalar çocuklarıyla sabah namazına geliyor, ilim
öğrenmek için camide yerini alanlar namaz öncesi ve sonrasındaki nasihatlerden
istifade ediyorlardı.
Peygamberlere ve salih kimselere atfedilen
mekânları, mağaraları ve efsaneleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Kasiyun
Dağı’na çıkıp Şam şehrine tepeden bakabilmek için yola koyulduğumuzda herkesin
aklından geçenler aynıydı... Elimize acı kahvemizi almış, “Hey gidi Beşar,ne dişli domuzdun sen” sözlerini mırıldanarak Kasiyun Dağı’ndan Şam şehrini izlemenin
planları yola çıkmadan çok önceleri yapılmıştı çünkü…
Hamidiye çarşısı, Emevi Camii ve Kasiyun dağı
ziyaretleri esnasında güzel vakitler geçirmiş, moral bulmuş oluyordunuz. Ta ki,
insan mezbahası olarak bilinen Sednaya Hapishanesine gidene kadar…
Şam yakınlarında bulunan ve devrik Baas rejimi
tarafından işletilen Sednaya askeri hapishanesinde geçirdiğimiz dakikalar
bizleri insanlığımızdan utandırmıştı. Bir insan bir insana bunları nasıl
yapabilir sorularını içimizden geçirerek adımladığımız soğuk koridorlar bizleri
asıl işkencelerin yaşandığı kör hücrelere ulaştırıyordu. On binlerce tutuklunun
zalimce muamele gördüğü bu hapishaneden çıkanlarda kalıcı hastalıklar
görülmekteydi. Ruh ve akıl sağlıklarını kaybedenler de az değildi. Suriye
devriminin, sadece bu zindanların boşaltılmasına, kadın, çocuk on binlerce
kişinin serbest bırakılmasına sebep olduğunu düşünmek bile hamd etmek için
yeterliydi aslında…
Sednaya’da tutulanlar, en temel insani muamelenin
kendilerine çok görüldüğü mahkûmlardı. Yatak yoktu; betonlar üzerinde günler,
haftalar, yıllar geçmişti. İnsanca yemek yoktu; tuvalet, banyo gibi ayrılan
ortamlar hayvanlar için bile kötü ve ağırdı. Kapasitelerinin kat ve kat fazlası
mahkûmlarla doldurulmuş zindanlarda ışığa, güneşe, havaya muhtaç yüz binler
bugüne kadar gelip geçmişti. Tanıklarının dile getirdiği işkenceler, tecavüzler
ve infazları anlatmaya da ne kelimeler, ne de sayfalar yeterdi… İnsan bir başka
insana bunu yapmamalıydı…
Şam’da, daha düne kadar terörist olarak tanımlanan
direniş liderlerinin kapıları önünde kendileriyle görüşmek için sıra bekleyen
ülke temsilcileri vardı artık… Ve bir ülkeyi yönetmek savaşmaktan daha zordu…
Suriye’den ayrılırken, halkların bir daha böyle
kötü günler yaşamaması için Allah’a dualar ettik. Sinsi hesaplardan, mezhebi
husumetlerden, siyasi rekabetlerden yorulmuş insanlar üzerinde huzuru, barışı
ve esenliği eksik etmemesi için Rabbimize niyazda bulunduk.
Büyük fedakârlıklarla elde edilen kazanımlar, masa
başında kaybedilmemeli, coğrafyamız emperyal projelere yem olmamalıydı… Artık
bundan sonraki en büyük hedef, Suriye halkının iradesiyle tecelli edecek,
İslami, adil ve merhametli bir zeminde inşa edilecek yeni Suriye’nin yanında yer
almaktı…