Dolar (USD)
35.34
Euro (EUR)
36.46
Gram Altın
3000.05
BIST 100
10075.17
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
02 Ocak 2025

Şam hiç de uzak değildi bize

İsimlerini andığımız, ekranlardan görüp haberlerine tanık olduğumuz yerler sanki çok uzağımızdaydı. Ama gerçekte uzak değillerdi. Kudüs, Gazze ve Şam… Sürekli gündemden düşmeyen gelişmelerin yaşandığı, oralarda bir şeylerin olduğu, ama çok uzaklarda kaldığı için ‘bakılıp geçilen’ yerlerdi bu beldeler…

Uzak olmasa gidilirdi çünkü… Yaralar sarılır, uzatılan ellerle buluşabilirdi ellerimiz… Ama bir kere işlemişti zihinlere; kara dumanların tüttüğü, yerin altlarında insanların inlediği, anaların sessiz çığlıklar attığı bu yerler haritalarımızdan silinmiş, kaybolmuştu.

Oysa bir adımlık mesafedeydi Halep, Hama ve Şam… Birkaç adımlık mesafedeydi Beyrut, Gazze ve Kudüs… Bizler aynı bölgenin insanlarıydık; hem yürek, hem inanç hem de yer ve gök olarak aynı coğrafyadaydık. Yapışık ikizler olarak doğmuş bebekler gibi İstesek de birbirimizi görmezden gelemezdik. Acılar ortak acımız, sevinçler de ortak sevincimiz olmalıydı. Paylaşmalıydık sevgiyi, merhameti ve tüm insanlık değerlerini… Paylaşmalıydık ekmeğimizi, aşımızı…

Suriye’nin Baas diktatörlüğünden kurtulması ve ekilen hürriyet filizlerinin yeşermesi, bu erişilmezlik zincirlerinin de kırılmasına vesile oldu. Artık her yere bizimle beraber gelen gökyüzünü bu sefer de Şam’ın tepelerinden seyre dalmıştık.

13 yıl boyunca ödenen bedellerin neticesi olarak Şam’ın sokakları, çarşıları ve şehre bakan tepesiyle yeniden buluşmuştum. En son 2008 yılında ziyaret etmiş olduğum kenti açıkçası bir daha görebileceğime pek ihtimal vermiyordum. Ama artık uzaklar yakınlaşmış, imkânsız görülenler de Allah’ın ‘ol’ demesiyle kolaylaşıvermişti.

Şam ayaktaydı… Yaralı ve yıpranmış haline rağmen tüm vakarıyla bizleri karşılamıştı. Yol kenarlarında çok sayıda yanmış ve terkedilmiş tank ve askeri araç göze çarpıyordu. Zorba diktatörlüğün sebep olduğu izler yollarda ve binalarda da kendini hissettiriyordu. Bu izler, konuşmaya çalıştığımız insanların yüreklerinde de yer etmişti. Ya dillerinden dökülen kelimelerde ya da tereddütlü bakışlarında görmüştük bu izleri… Konuşmaktan çekinen, başına yarınlarda bir şeyler gelir mi endişesiyle halen çekinip korkanlar vardı.

Yıllardır terk edilmiş binaların sebep olduğu soğuk ortam, çadır kentlerde hayatta kalmaya çalışan ev sakinlerinin geriye dönmeye başlamasıyla biraz ısınmaya başlamıştı. Ama işleri pek de kolay değildi. Çünkü devrik rejimin haramileri, binalarda para edecek ne varsa söküp almışlar evleri kullanılamaz hale getirmişlerdi.

Çadırlarda ve barakalarda yaşanan çile dolu yılların ardından geri dönmeye başlayan sürgündeki Şamlılar evlerine kavuşmuş, tüm eksikliğe rağmen yeniden hayata tutunmanın yollarını aramaya başlamışlardı.

Baas rejimi onların canlarını, heyecanlarını, umutlarını ve hayatlarını çalmıştı. Dünya ölçeğinde kaybedilmiş koca bir 61 sene vardı. Şimdi bunu telafi etmek, devrimle sonuçlanan yolu kanlarıyla, bedenleriyle döşeyenlerin fedakârlıklarına sahip çıkmak, bugünleri görebilenlerin üzerine düşen bir görevdi.

Şam karanlık ve soğuktu… Elektrik kesintilerinden kaynaklı karanlık, mazot yetersizliğinden dolayı da soğuktu binalar. Yeterli mazot olmadığı için mazot sobaları ve kalorifer sistemleri kullanılamıyordu. Ama yine de mutlu ve heyecanlıydı insanlar. Despotizmin karanlığından kurtulup aydınlık günlerin kapısını aralamışlardı. Elektriği biraz daha bekleyebilirlerdi. Zindanların soğuk duvarlarını yıkmışlardı. Bedenlerinin tam ısınacağı günler için de biraz bekleyebilirlerdi.

Eski Şam şehrinin surları içinde ve Şam Kalesi’nin yanında bulunan Suriye'nin en büyük ve en merkezi kapalıçarşısı Hamidiye’den geçerken canlılık gözümüze çarpıyordu. Hamidiye Çarşısı, Şam’ın en canlı alışveriş alanlarından birisiydi. Eski Şam şehrinin içinde dolaşırken, kubbesi altındaki dar ve sınırlı alanda oluşan hareketlilik gerçekten görülmeye değerdi.

Sevincini açıkça belli edenler fazlaydı. Ancak halen tedirgin olan, bakışlarında korkunun izlerini okuyabildiğiniz kişiler de az değildi. Sevincini açık alanda paylaşamayıp dükkânının içine bizi çağırarak duygularını ifade eden esnaflara da rastlıyorduk.

Sultan I. Abdulhamid tarafından yaptırılan, Sultan II. Abdulhamid’in de genişlettiği Sugul Hamidiye’nin içinde attığımız her adım bizi Emevi camisine biraz daha yaklaştırıyordu. Yürüyüşümüzü yavaşlatan kalabalıklar camiye yaklaştığımızın işareti olmuştu. Emevi camii adı sayılan Harem mekânlarımızdan değildi. Açıkçası dini bir merkez de değildi. Ama orayı hem bizim hem de tüm Müslümanlar için bugün ayrıcalıklı kılan, topluca yapılan ve yapılacak olan şükür secdelerine ev sahipliği yapıyor olmasıydı. Bu secdeler, dualar, hamdler bir devrin sona ermesinin göstergesiydi…

Emevi Camii, şehrin merkezi toplanma yeriydi. Sevinçlerin de burada yaşanıyor olması gayet doğaldı. Hele sevincini hamdle, secdeyle, Allah’a şükürle ifade edebilenler için bu merkezi camii’de olmak gayet anlaşılabilirdi. Babalar çocuklarıyla sabah namazına geliyor, ilim öğrenmek için camide yerini alanlar namaz öncesi ve sonrasındaki nasihatlerden istifade ediyorlardı.

Peygamberlere ve salih kimselere atfedilen mekânları, mağaraları ve efsaneleriyle dikkatleri üzerinde toplayan Kasiyun Dağı’na çıkıp Şam şehrine tepeden bakabilmek için yola koyulduğumuzda herkesin aklından geçenler aynıydı... Elimize acı kahvemizi almış, “Hey gidi Beşar,ne dişli domuzdun sen” sözlerini mırıldanarak Kasiyun Dağı’ndan Şam şehrini izlemenin planları yola çıkmadan çok önceleri yapılmıştı çünkü…

Hamidiye çarşısı, Emevi Camii ve Kasiyun dağı ziyaretleri esnasında güzel vakitler geçirmiş, moral bulmuş oluyordunuz. Ta ki, insan mezbahası olarak bilinen Sednaya Hapishanesine gidene kadar…

Şam yakınlarında bulunan ve devrik Baas rejimi tarafından işletilen Sednaya askeri hapishanesinde geçirdiğimiz dakikalar bizleri insanlığımızdan utandırmıştı. Bir insan bir insana bunları nasıl yapabilir sorularını içimizden geçirerek adımladığımız soğuk koridorlar bizleri asıl işkencelerin yaşandığı kör hücrelere ulaştırıyordu. On binlerce tutuklunun zalimce muamele gördüğü bu hapishaneden çıkanlarda kalıcı hastalıklar görülmekteydi. Ruh ve akıl sağlıklarını kaybedenler de az değildi. Suriye devriminin, sadece bu zindanların boşaltılmasına, kadın, çocuk on binlerce kişinin serbest bırakılmasına sebep olduğunu düşünmek bile hamd etmek için yeterliydi aslında…

Sednaya’da tutulanlar, en temel insani muamelenin kendilerine çok görüldüğü mahkûmlardı. Yatak yoktu; betonlar üzerinde günler, haftalar, yıllar geçmişti. İnsanca yemek yoktu; tuvalet, banyo gibi ayrılan ortamlar hayvanlar için bile kötü ve ağırdı. Kapasitelerinin kat ve kat fazlası mahkûmlarla doldurulmuş zindanlarda ışığa, güneşe, havaya muhtaç yüz binler bugüne kadar gelip geçmişti. Tanıklarının dile getirdiği işkenceler, tecavüzler ve infazları anlatmaya da ne kelimeler, ne de sayfalar yeterdi… İnsan bir başka insana bunu yapmamalıydı…

Şam’da, daha düne kadar terörist olarak tanımlanan direniş liderlerinin kapıları önünde kendileriyle görüşmek için sıra bekleyen ülke temsilcileri vardı artık… Ve bir ülkeyi yönetmek savaşmaktan daha zordu…

Suriye’den ayrılırken, halkların bir daha böyle kötü günler yaşamaması için Allah’a dualar ettik. Sinsi hesaplardan, mezhebi husumetlerden, siyasi rekabetlerden yorulmuş insanlar üzerinde huzuru, barışı ve esenliği eksik etmemesi için Rabbimize niyazda bulunduk.

Büyük fedakârlıklarla elde edilen kazanımlar, masa başında kaybedilmemeli, coğrafyamız emperyal projelere yem olmamalıydı… Artık bundan sonraki en büyük hedef, Suriye halkının iradesiyle tecelli edecek, İslami, adil ve merhametli bir zeminde inşa edilecek yeni Suriye’nin yanında yer almaktı…