Snoplar ve Çınar Ağaçları
Son birkaç on yılda da gördük ki
Türkiye’nin tarihi biraz da snopluğun tarihidir. Solculuk-sağcılık, ilericilik-gericilik,
modern-muhafazakar hiç fark etmeksizin, snopluk Türkiye’nin genlerine işlemiş
ve ne insan ne görüş ne de çağ ayırt etmeksizin herkesin burnundan içeri
girmiş, kalbinin, ciğerinin, dalağının bir parçası olmuştur. Bu kavram da diğer
bazı kavramlar gibi ülkeye Tanzimatçılar maharetiyle girdi ve yürürlükten hiç
düşmediği gibi yolculuğuna aralıksız devam etti. Geri çekildiği, soluklaştığı
idealist dönemler olmuştur belki ama yolculuğunu hiç kesintiye uğratmadığı, en
sert savaş ortamlarında bile bulunduğu yerden kafasını çıkarıp ortalığı şöyle
bir kolaçan ettiği kesin. Kelimenin kendini en iyi hissettiği, özgürce
dolaşımda olduğu süreçler ise tüketimin en çok kışkırtıldığı, yani insanın
arzularına ve nesneye en ziyade köleleştiği dönemler olmuştur hiç kuşkusuz.
Şimdilerde ne vakit çevreme baksam snopluğun elli renginin yüzlerinde cirit
attığı insanlarla karşılaşıyorum.
Baştan beri, edebiyatı sevmemin,
ona coşkuyla sarılmamın gerekçelerinden biri de onun kendine özgü inceliğiyle insanlık
tarihini kabalıklarından arındırıp sarıp sarmalama hüviyetidir. Bir milletin
edebiyat tarihini okuduğunuzda onun geçmişten bugüne kaba saba geçmişi yerine
duyarlılıklarının evrimleşmesini de takip edersiniz. İşin içine eyleyişlerin
yanı sıra psikoloji de girince elde ettiğiniz resim bir karikatür olmaktan
çıkar, net fotoğraflara dönüşür. Türkiye’nin snopluk tarihi de bundan vareste
değil. Türk edebiyatı tarihinin ilk snoplarını Ahmet Mithat Efendi Rakım Efendi
tipiyle betimlemiş, ardından Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası’nda kelimenin
anlam alanını ayrıntılaştırmış, genişletmiştir. Halit Ziya’nın Aşk-ı
Memnu’sunda; Hüseyin Rahmi’nin Şık ve Şıpsevdi romanlarında da izlerine
rastladığımız snoplar Yakup Kadri romanlarında neredeyse atmosferin tamamına
hakim olur. Snopluk Kiralık Konak’ta, Ankara’da, Sodom ve Gomore’de nefes alıp
veren herkesin kanına bir şekilde bulaşır, hayata bakışın vazgeçilmez dokusu
oluverir. Bu yönüyle bakıldığında snopluk Türkiye’nin sosyal tarihinin olduğu
kadar roman tarihinin de en değişmez birkaç izleğinden birini oluşturur.
Bu romanlarda da görülük ki snopluk
bir bakış açısı, bir algılama biçimi, hatta belki de bir yaşam tarzıdır.
Duyarlılığı muhtemelen insanlık kadar eskidir ya kavramın sosyolojinin
sınırlarına dahil oluşu 1820’li yıllardır. Kavram tarihçilerine göre Ortaçağ
skolastisizminden modernleşmeye sızan hiyerarşinin bir yansımasıdır snopluk.
Bununla birlikte, her terimin özel hikayesinde olduğu gibi snopluğun ortaya
çıkışına dair de bir hikaye anlatılır. Üniversite eğitimi almaya gelen ortalama
kesimden bir grup genç kendilerini soylulardan ayırmak için imza sirküsüne
isimlerini “sin noble”, yani “asil değil”yazıyorlardı. Kavram, birkaç on yıl
içinde Türkçede de hatırı sayılır yeri olan “sonradan görme” anlamında
kullanılmaya başlanmış, zaten Tanzimat elitleri tarafından da bu anlamıyla
yürürlüğe konmuştur. Batı tarihindeki yolculuğunu, kavramın nerelerden geçip
nerelerde oyalandığını ve mevcut aşamada nerede, nasıl konakladığını bilmem ya
Türk tarihindeki yolculuğunun “sonradan görmeye” bir de “sonradan gördüğünün
farkında olmama”, “sonradan gördüğü halde baştan beri hep gördüğü zehabına
kapılma, hatta buna kendini de inandırmanın”, dahası “sonradan görmenin
öncesine dair, geriye, en geriye, ortaya çıktığı kaynağa yönelik derin
nefretin” eklendiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü “sin noble”de bir
tespit, bir itiraf, bir kabulleniş vardır. Ben soylu değilim ve bunu kabul
ediyorum der snop orada. “Burada” ise
“sin” bir olumsuzluk öneki olmaktan çıkar ve başka bir çağrışım alanıyla
buluşarak sefil ruhların yalan söyleyen aynalarında yine yalancı bir asalet
kabuğu kisvesiyle, bir anlamda geçmişi inkar içeriğiyle buluşur. O inkarı
örtmek için zaten Türk snobunun “geldiği yeri”, geçmişini karalamaktan ve o karalamayı
meşrulaştırmak için “unutmaktan” başka çaresi yoktur. Zaten onların yaptığı da
odur. Ancak “bizim snoplar” geldiği yeri unutmanın en radikal yolu olarak bir
de bu unutuşa katmerli “nefretler” eklemekte, “geldikleri yerden gelenlerle”
her karşılaştıklarında onlara, en hafifiyle, bakışlarda üstü zarafetle örtülmüş
kaba tahfifatlar göndererek yerlerini olduğundan daha sıkılaştırdıkları
zehabına kapılmaktadır. Snopluğun özelliklerinden biri de utanmayı unutmaktır
ya, kavram Türkiye’de vardığı yeri görse utancından varlığını lağveder ve bütün
sözlüklerdeki mevcutiyetini ortadan kaldırırdı.
Snopluğun tarihini değil de
doğasını, işlevini ve bir mesleğe nasıl dönüştüğünü bir başka yazıya bırakarak
onun Türk dehasındaki inikasını anlatan kısa ama harika bir hikayeyle
yolculuğumuzu bitirelim: Çingene saraya gelin olmuş. İşini gücünü bitirdikten
sonra huzurla bir çınar ağacının gölgesine tünemiş, geçmişini düşünürken
dikkati çınar ağacının o güzelim dallarına kilitlenmiş. Ah, ah demiş, içinden,
bu dallardan ne güzel kasnak olurdu! Snoplar da dalar ve dalgınlık, unutuşun
düşmanıdır… Biz o çınar ağacıyız ey snoplar, daldığınız her yerde rahatınızı
kaçıracak ve sizi artık geride bıraktığınız, bir daha asla ulaşamayacağınız
geçmişinizle yüzleştirecek, her yüzleşmede varlığınızı morartacak bir dalımız
var, iyi ki var.