Sanat Hayata Müdahaledir
Bütün sanatlar
bir dil inşa eder, o dil üzerinden hayatla buluşur. Dil, işte bu yüzden, aklın
akış imkanıdır. Potansiyel olarak yağmur, kar, ırmak, göl ve denize ait
varoluşların hepsi ancak buzun çözülmesiyle mümkündür ve dil olmaksızın akıl
katı buz kütlesinden farksızdır. Dilin ışığı o buza dokunduğu an akış başlar ve
bütün iklimler şenlenir. Diller, tam da bu yüzden, zihnin yollarıdır, zihne
topografya ekler, zihnin haritalarını belirginleştirir. Kimi bir patika olarak
dağa bayıra ulaşmanın, kimi daha gelişmiş bir yol olarak şehre varmanın,
vardırmanın imkanlarını sunar diller. Ortak noktası ulaştırmak olan diller ile
yollar arasında sanıldığından çok daha sıkı bir ilişki vardır. Yollar
fizyolojiyi durağanlıktan kurtarıp yürümeye, açılmaya vesile olurken diller de
zihinleri yeni düşüncelere, duyarlılıklara, bağlamlara bağlamanın zarif,
yumuşak, ipekten ipleridir. Kimi gündelik dil olarak küçük kımıltılarla bir
insandan uçar, öteki insanın yüzüne konar; kimi şiir dili olarak yoğun
duyguların anlık patlamalarıyla bir kalpten ötekine nefes üfler; kimi hukuk
dili olarak vicdanın sesine dönüşür, insanlar arasındaki hakkın hukukun
sözcülüğünü yapar; kimi de ıslatmayan ama buğu salan yağmurlar, konuşmayan ama
ha bire renk değiştiren bulutlar gibi derinin altında bir görünür, bir kaybolur
iç ses olarak. Bütün bunlar derlenip toparlanarak yazarın iç dünyasında düzene
girer, organize olur ve edebiyat adıyla tarihin çağıltılı akışının derinlerine
nüfuz eder, suya rengini verir.
Bu durum,
sanatın öteki formları için de böyledir. Her sanat uğraşının kendine özgü bir
dili, hangi ihtiyaçtan ortaya çıktıysa o ihtiyaca göre şekillenmiş bir doğası
vardır. Örneğin resim, konuşamamanın, dile getiremeyişin, lal oluşun bir
patlaması olarak, kendini görüntülere emanet etmek; müzik suskunluğun ortasına
bir ses eklemek; heykeltıraşlık donukluğun yüzüne bir kahkaha patlatmak;
trajedi kötü talihin suratına bir şamar aşk etmek; komedi gülünç
tutarsızlıkların söküğünü görünür kılmak amacıyla yola çıkmış, kendi lisanını
kurmuş sanat türleridir. Aynı durum, tiyatro ile romanın sentezi sayılabilecek
sinema için de geçerlidir. Gerçek hayatta arayıp erişmek istediğimiz ancak
bulamadığımız, bulma imkanını büsbütün yitirdiğimiz sayısız yaşam formunu, arka
cebimizden düşürdüğümüz sayısız hayali kalbimizin üstündeki ön cebimize
sessizce yerleştirerek sinema da sanat dünyasındaki haklı yerini almıştır. Hangi
niyetle ortaya çıkmış olursa olsun bütün sanatlar bu halleriyle hayata yönelik
bir cümle kurarlar ve bir şekilde doğanın bıraktığı boşluğu, bütünü tamamlama
içgüdüsüyle doldurmaya çalışırlar. Kötü sanatçılar eliyle bu boşluk bir “tamamlama”dan
ziyade “yama”ya dönüşmüş olsa da zamanın maharetli elleri o yamalı üretimleri
hayatın kıyısına itmiş, tamir görevi görenleri ise insanlık ufkunda daima
sabitkadem kılmıştır. Böylece sanat hep insanlık tarihinin alın hizasında
durmuş, kimi duyguları derinleştirerek, kimi zihinleri keskinleştirerek, kimi
zaman da bir karakter ekleyerek insan anatomisinin, hatta varoluşunun beş
duyudan sonraki en asil uzantı olmuştur. Hassasiyetin derisi olarak sanat,
bütün zamanlarda varoluşu dış tehditlerden korumanın, içsel zenginliği tahrip
edişin en azılı düşmanı olmuştur. Bu derinin, elbette anatomik deriye bir
üstünlüğü vardır: O sadece soğuğu, sıcağı, zehirliyi, faydalıyı haber vermez;
çoğu zaman henüz yola çıkmış bir felaketi de öngörür ki sanata ve sanatçıya
dair basiret insanlık gemisinin karaya vurmasını da yanlış tarafa savrulmasını
da engellemiştir. Bazı bazı kötülüğün önüne geçememiştir, geri çekilmiş, suskun
kalmıştır o başka ama kötülüğe hemen hiç rıza göstermemiş, alkış tutmamış,
gücün kötüye kullanımının katalizörü olmamıştır. Kaynağı vicdan, aklıselim ve
yürek olduğu için sanat bile bile hiçbir zaman insanı aşındıracak, ona zarar
verecek, onun onuruyla oynayacak bir eyleyiş içinde olmamıştır. Belki de son
dönemde sanata yönelik devasa provakasyonların, onu ayağa düşürme çabalarının,
onun kimliğiyle, kişiliğiyle oynayarak onursuzlaştırma gayretlerinin, sanatı
sanatçının elinden alarak makinelere teslim etme iradesinin altında tam da bu,
sanatın doğasına yönelik “iyiliği” yok etme düşüncesi yatmaktadır. Şiiri, kalbi
olmayan robotlara peşkeş çekmek; romanı piyasa koşullarına göre koşullanmış
tüccarlara yazdırmak; hikayeyi sanal dünyanın optik körlüğüne terk etmek, bir
bütün olarak sanatı vicdandan, yürekten yalıtarak mekanik üretimlerin insafına
bırakmak elbette bir hesap işidir. Onlar da biliyorlar ki sanat olduğu sürece
insaniyet hayvanileştirilemez ve dünya asla bir ahıra dönüştürülemez. Onlar da
biliyorlar ki kalp ölmeden vicdan yere düşmez. Onlar da biliyorlar ki kalbin
sözcülüğünü üstlenmiş sanatçı hayatın kıyısına sürgün edilmeden soğukkanlı
cinayetler işlenemez. Onlar da biliyor ki kötülük metastazının önündeki en
büyük engel sanatın bizatihi kendisidir ve o mefluç hale getirilmedikçe
insanlıktan umut kesilmez. Ve işte bu yüzden, tam da bundan dolayı sanatın
hayata müdahale etmesini engellemek için sanata müdahale ediyorlar. Her yerde
olan, hiçbir yerdedir. Bunu biliyorlar.