Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Hakikat içimizde mi?

“İç” ve “dış” kelimelerini insan, bilim, din gibi fenomenlerin kesişim noktasında ele almak, bilhassa son birkaç yüzyıldır hem bilimin hem dinin hem de insanın gelişim serüvenindeki tüm içerimleri düşünüldüğünde, başlıbaşına bir araştırmanın konusu olduğu rahatlıkla anlaşılabilecektir.

İnsandan başlamak gerekirse -ki belirli ölçüde bir zorunluluğu da ifade etmektedir; fakat insandan başlamak insan merkezli bir evren tasarımını ima etmez- bu varlığı kuşatan bir tabiat ve nesneler dünyası yani “dış” vardır, ayrıca insanın kendisine yönelik “iç” dünyası ve “içsel” süreçleri bulunmaktadır. Tabiat ve nesneler dünyası kendisini göstermek için adeta insana hücum ederken (bunu insan dışarıyı ısrarla görmek isterken diye de okuyabiliriz), insanda oluşan tasavvurlar onun içsel dünyasının kurulumunda da etkili olurlar. İçsel süreçleri ise yeni bir dünya tasavvuru oluşturmak, dışarıdan gelenleri tolere etmek bağlamında bir mekanizma olarak da vardırlar.

Modern zamanlarda dış dünyanın gerçekliğinin, uygun yöntemler kullanılarak elde edileceği ve bunda bir kesinlik olduğu yargısı, bir noktadan sonra insanın içsel süreçlerinin tamamen öznel görülerek ihmal edilmesini ve hatta insan üzerine egemen olmasını sonuçlamıştır. Bu “hakikat”in yegane adresini olarak dış dünyada ve tabiattaki nesneler arasındaki ilişkinin kurulumunda görmüştür. Belki Batı’da romantizm akımının çıkışını, pozitivizm dışındaki yöntem arayışlarını bununla da bağlantılandırabiliriz. Esasen “dış”arının (tabiat ve nesneler dünyasındaki ilişkilerin) varlığın yegane sınırı olarak görülmesi, varlık dünyasının eksik ve tek boyutlu algılamasını da birlikte getirdi diyebiliriz.

Postmodernlik ise dikkat edilirse, bu handikaptan kurtulmak üzere bilhassa “öznel”liklere ve içsel süreçlere dikkat çekmekte, evrenselleştirici tüm iddialara karşı çıkmakta ve hatta dışarıdan insana doğru tüm “hakikat” buyrulmasını bir şiddet olarak algılamaktadır. Dolayısıyla hakikat denilen şey, insanın kendi sübjektivitesi içerisinde deneyimlenen, göreli ve duruma göre değişen bir şeye dönüşmektedir. Foucault’nun analizlerinde bu durum her ne kadar politik alan çerçevesinde bilgi-iktidar ilişkileri bağlamında analiz edilse de, artık “hakikat”in bir sabite olmadığı deklare edilmektedir.

Burada “iç” ve “dış” dikkat edilirse düalist bir yaklaşımla dikotomik biçimde ortaya çıkmaktadır. Doğrusu “tevhid”in bulunmadığı bütün düşünme sistemlerinde bu düalizmin ortaya çıkması bir sürpriz değil. Gerçekte “iç” ve “dış”ın birbirini tamamlayan ve ayrılmayan iki parça olarak görülebilmesi, tevhidi bir bakış açısıyla mümkündür. İşte bu sebeple “hakikat” sürekli hareket etmekte, insanın “iç”ini “dış”ına çıkarmakta, ulvi olandan kaydırarak seküler nesnelere indirgemekte ve statüsünü düşürmektedir.

İslam düşüncesinde de bu “iç” ve “dış”ın tartışılan bir başka tezahürü vardır; çok özelleştirerek söylersek fıkıh ve tasavvuf. Fıkıh, doğası gereği, genel olanı, olması gerekeni “dış”arıdan insana söyler. Tasavvuf ise, insanın yeniden kendisini kontrolünü, empatisini harekete geçirerek insanın kendi içine doğru derinleştirme imkanını sunmaktadır. Aslında tarihsel süreçte fıkıh ile tasavvuf arasındaki ilişkilerde gerçekleşen edebiyata baktığımızda, burada da işin aslına uygun olmayan şekilde dikotomik bir bakış açısı geliştirenler vardır.

Fakat “iç” ve “dış” hakikatin iki farklı görünümünü bize sunarlar. Giderek sadece “öznel”lik, “sübjektivite” ve “iç”e odaklanma, nefs-i emmarenin fısıltılarıyla “hevasını ilah edinme” seviyesine gidebilir. Ben “iç” ve “dış”ın birbiriyle ilintili, insana sıçrayış imkanı sunan iki dayanak noktası olduğunu iddia edeceğim. Bunun inşasını da İnşaallah gelecek yazımızda yapalım.