Hakikat içimizde mi?
“İç” ve “dış” kelimelerini insan, bilim, din gibi fenomenlerin kesişim noktasında ele almak, bilhassa son birkaç yüzyıldır hem bilimin hem dinin hem de insanın gelişim serüvenindeki tüm içerimleri düşünüldüğünde, başlıbaşına bir araştırmanın konusu olduğu rahatlıkla anlaşılabilecektir.
İnsandan başlamak
gerekirse -ki belirli ölçüde bir zorunluluğu da ifade etmektedir; fakat
insandan başlamak insan merkezli bir evren tasarımını ima etmez- bu varlığı
kuşatan bir tabiat ve nesneler dünyası yani “dış” vardır, ayrıca insanın
kendisine yönelik “iç” dünyası ve “içsel” süreçleri bulunmaktadır. Tabiat ve
nesneler dünyası kendisini göstermek için adeta insana hücum ederken (bunu
insan dışarıyı ısrarla görmek isterken diye de okuyabiliriz), insanda oluşan
tasavvurlar onun içsel dünyasının kurulumunda da etkili olurlar. İçsel
süreçleri ise yeni bir dünya tasavvuru oluşturmak, dışarıdan gelenleri tolere
etmek bağlamında bir mekanizma olarak da vardırlar.
Modern zamanlarda
dış dünyanın gerçekliğinin, uygun yöntemler kullanılarak elde edileceği ve
bunda bir kesinlik olduğu yargısı, bir noktadan sonra insanın içsel süreçlerinin
tamamen öznel görülerek ihmal edilmesini ve hatta insan üzerine egemen olmasını
sonuçlamıştır. Bu “hakikat”in yegane adresini olarak dış dünyada ve tabiattaki
nesneler arasındaki ilişkinin kurulumunda görmüştür. Belki Batı’da romantizm
akımının çıkışını, pozitivizm dışındaki yöntem arayışlarını bununla da
bağlantılandırabiliriz. Esasen “dış”arının (tabiat ve nesneler dünyasındaki
ilişkilerin) varlığın yegane sınırı olarak görülmesi, varlık dünyasının eksik
ve tek boyutlu algılamasını da birlikte getirdi diyebiliriz.
Postmodernlik ise dikkat edilirse,
bu handikaptan kurtulmak üzere bilhassa “öznel”liklere ve içsel süreçlere
dikkat çekmekte, evrenselleştirici tüm iddialara karşı çıkmakta ve hatta
dışarıdan insana doğru tüm “hakikat” buyrulmasını bir şiddet olarak
algılamaktadır. Dolayısıyla hakikat denilen şey, insanın kendi sübjektivitesi
içerisinde deneyimlenen, göreli ve duruma göre değişen bir şeye dönüşmektedir. Foucault’nun
analizlerinde bu durum her ne kadar politik alan çerçevesinde bilgi-iktidar ilişkileri
bağlamında analiz edilse de, artık “hakikat”in bir sabite olmadığı deklare
edilmektedir.
Burada “iç” ve “dış” dikkat edilirse
düalist bir yaklaşımla dikotomik biçimde ortaya çıkmaktadır. Doğrusu “tevhid”in
bulunmadığı bütün düşünme sistemlerinde bu düalizmin ortaya çıkması bir sürpriz
değil. Gerçekte “iç” ve “dış”ın birbirini tamamlayan ve ayrılmayan iki parça
olarak görülebilmesi, tevhidi bir bakış açısıyla mümkündür. İşte bu sebeple
“hakikat” sürekli hareket etmekte, insanın “iç”ini “dış”ına çıkarmakta, ulvi
olandan kaydırarak seküler nesnelere indirgemekte ve statüsünü düşürmektedir.
İslam düşüncesinde de bu “iç” ve
“dış”ın tartışılan bir başka tezahürü vardır; çok özelleştirerek söylersek
fıkıh ve tasavvuf. Fıkıh, doğası gereği, genel olanı, olması gerekeni
“dış”arıdan insana söyler. Tasavvuf ise, insanın yeniden kendisini kontrolünü,
empatisini harekete geçirerek insanın kendi içine doğru derinleştirme imkanını
sunmaktadır. Aslında tarihsel süreçte fıkıh ile tasavvuf arasındaki ilişkilerde
gerçekleşen edebiyata baktığımızda, burada da işin aslına uygun olmayan şekilde
dikotomik bir bakış açısı geliştirenler vardır.
Fakat “iç” ve “dış” hakikatin iki farklı görünümünü bize sunarlar. Giderek sadece “öznel”lik, “sübjektivite” ve “iç”e odaklanma, nefs-i emmarenin fısıltılarıyla “hevasını ilah edinme” seviyesine gidebilir. Ben “iç” ve “dış”ın birbiriyle ilintili, insana sıçrayış imkanı sunan iki dayanak noktası olduğunu iddia edeceğim. Bunun inşasını da İnşaallah gelecek yazımızda yapalım.