Geçenlerde okuduğum bir haberin başlığı şöyleydi; “Şaşırtan olay, yumurta içinden yumurta çıktı!”
Trajikomik gibi görünen
bu haber, insanı umulmadık bir tefekkür yolculuğuna çıkaran ve bu yolculuk
sonucunda insana sarsıcı bir soru sordurtan derinlikli bir içeriğe sahip
aslında. Haberin insanı tefekküre çıkartan yolculuğu, ‘içimizde ne olduğu’ sorusuyla
başlarken; ‘Çatladığımızda içimizden çıkacak olan ne?’ sorusuyla nihayete
eriyor.
Etimolojik kökeninde
çatlamak fiili, ses yansımalı bir sözcük olarak ifade edilir. Fakat bir vazonun
çatlamasından ziyade doğum öncesi hareketliliği ifade eden yanı daha ağır
basıyor. Dolayısıyla yumurtanın çatlamasından daha normal görülebilecek bir ‘çatlama’
türü olmadığını düşünebiliriz. Bununla beraber her çatlamanın yeni bir doğumun
habercisi olmadığını, hatta bazen zamansız harekete geçen yanıyla bir felaketin
habercisi olduğunu da biliyoruz. Bu nedenle çatlamak, basit bir kırılma noktası
değil; şartların, olgunlaşmanın beklenildiği, iç dünyadan gerçek dünyaya açılan
pencereden kafa uzatılıp orada yaşanabileceğine kanaat getirebilme cesaretidir.
Dolayısıyla çatlamak fiilinin sonuçlarından etkilenecek olan her cesaret sahibi,
aynı fiile maruz kalmasına rağmen farklı sonuçlarla yüzleşir. İşte onlardan
bazıları…
***
Cevizin çatlaması, içinde
ne olduğuna dair bir merakı tetiklemiyor olsa da içindeki meyvenin
biricikliğini merak eden insanın, inanç açlığını giderir. Oysaki karpuzun
çatlaması, kendine ait çatırdama sesi ile beraber içinin güzelliğine olan
merakı da cezbeder. Fakat her ikisi de çatladıklarında içinden çıkacak olanı,
İlahi bir kusursuzlukla -yaratıldığı gibi- içlerinde taşımanın rahatlığında can
verirler.
İnsan elinin çatlaması,
soğuğun ve rüzgârın işareti olabileceği gibi işyerinde veya tarlada verilen
emeği gösteren derin vadiler de olabilir. Eldeki çatlakların çokluğu hayatın çetin
şartlarını gösterirken, bu çatlakların içini dolduranların ise deri altına
nüfuz etmiş ‘rızık tohumları’ olduğu bilinir. İşte el çatlayınca içinden
çıkacak olan bu tohumlardır.
Bir duvar çatlamaya
başladığında ise işler oldukça değişir. Önce çatırdar, sonrasında büyük bir
gürültü çıkar. Uğultular, birkaç dakika sonrasında yakılan ağıtlar ve yankılanacak
bina dahi bulamayan feryatlar… Dilden düşmeyen dualarla parmakların birer
tırmığa, ellerin ise küreğe dönüşmesi… “Duvarlar üstüme üstüme geliyor.” diyen
şairin gizlediği tüm manaların bir anda kendini açık etmesi… Her gece yatağa
uzandığımızda seyre daldığımız o duvarların, çatlamayla başlayacak bir hazin
sonla bizi tehdit edişi... İşte çatladığımızda içimizden çıkacak olan, o tehdide
maruz kalmayacak bir hayat sürememenin acısı olacak.
Gelelim can alıcı soruya:
Peki, biz çatladığımızda içimizden bir insan çıkacak mı?
Eşrefi mahlûkat ve ahsen-i
takvim üzere yaratılma şerefi, içimizde bir ‘insan’ taşıdığımızın en büyük
alameti elbette… Fakat İslam’ı yalnızca ritüel olarak yaşama rahatlığımız,
modern dünyanın türlü tuzaklarıyla birleşince yaratılışımızdan gelen alametler
yerini sonumuzu getirecek afetlere bıraktı. Dolayısıyla çatlamamız halinde içimizden
çıkacak olanı hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz; dünya hırslarıyla içimizde
biriktirdiklerimizin, çatladığımız zaman içimizden çıkmasını arzu ettiğimiz şeyler
olmadığıdır. İşte çatladığımızda içimizden çıkacak olan bu gerçektir.