Gülmeyi Sınır Dışı Etmek
Yazıyla aramdaki ilişki en az hayat ile olduğu kadar sıkı. Bunun nereden kaynaklandığını, ilk ne zaman ortaya çıktığını tam olarak bilmiyorum. İlk kelimeler mi bana gülümsedi, ben mi onlara yürüdüm, nerede, nasıl karşılaştık onlarla bilmiyorum. Bugünse hatırladığım ilk kelimenin “gülmek” olduğunu artık çok net biliyorum. Muhtemelen öğrendiğim ilk kelime gülmek değildi. Daha başka bazı kelimeleri, örneğin anne, baba, yemek, içmek gibi insana gülmekten önce uğrayan, ondan önce lazım olan kelimeleri biliyordum. Ancak orada, ocağın başında iki kadının birbiriyle konuşken kim bilir hangi nedenle birinin boşluğa güçlü bir kahkaha patlatmasına yönelik olarak diğerinin “gülme!” dediğini çok net hatırlıyorum. Gülmek ile gülmeyi kesmek arasındaki derin çizgiyi ve bu ikisinin yaşam sevinci ile kahrı arasında koyduğu mesafeyi belki de daha o zaman, çocukluğun daha ilk aşamalarında en azından bilinçaltı düzeyde fark ettim. Sanırım o kelimeyi, gülmenin hayatın zorlukları üzerine yaydığı o harika eyleyiş biçimini sevdiğim için sonrasında defalarca kendi kendime tekrar ettim, sevdim, okşadım, laf aramızda sebepsizce güldüm. Bundan birkaç yıl mı, birkaç ay mı artık ne kadar sonra bilmem, bu kez bir başka vesileyle ölümün farkına vardım. Ben o vakte kadar insanın sonsuza kadar yaşayacağını çocukluğumun kendine özgü saflığıyla düşünüyordum. Muhtemelen yakın çevreden birinin ölümü üzerine babam bana ölümden bahsetti. Belki de laf dönüp dolaşıp oraya gelmiştir. Bir gün dedi, ben de, sen de, diğer bütün insanlar da ölecek. Tıpkı gülme gibi ölüm de zihnimi uzun süre meşgul etti, onun tam tersine, ne vakit düşünsem içimde derin yaralar açtı, yüzümü hüzünle kapladı. Ölümün insanda bir başka pencere açtığını, aslında bir göç olduğunu söylese de bu duygu içimde daima hüzne açılan kapılar içindeki en belirgin simgesi oldu. Gülmenin kıymetini, insanın insan olma sürecinin son halkalarından birini oluşturduğunu, belki biraz da bu yüzden nadirattan, hatta lüks sayılabileceğini sonradan defalarca hayat bana öğretti. Öyle ki yaşım ilerledikçe gülmenin önce benden sonra da bütün dünyadan nasıl adım adımuzaklaştığına, onun yerini, hem de bir daha hiç kaybetmeyecek şekilde ölümün aldığına şahit oldum.
Ben gülmeyi ve onun insana verdiği keyfi, hayat ile kurduğu ilişkiyi 1970’li yılların hemen başında öğrenmiştim. Ama o yıllar aynı zamanda ölüme, ölüm düşüncesine, dahası yanı başımdakilerin ölümüne şahit olduğum yıllardı. 1970’ler Türkiye’si bir baştan ötekine, sabah akşam ölümün kol gezdiği, ölüm göstergelerinin havadan, iklimden daha çok teneffüs edildiği yıllardı. Ekonomik zorlukların yanı sıra memleketi saran ideoloji sarhoşluğu kardeşi kardeşe düşman kıldırıyor, günün her saatinde insanlar ölüyor, sevenleri onların arkasından ağlıyordu. Bu yıllarda gülmekse yoğun tipinin birkaç saniyeliğine dinmesinin, kavurucu sıcağın hafif yellerle birkaç saniyeliğine aralanmasının ötesinde hiçbir anlam ifade etmiyordu. Üstelik dünyada durum daha da berbattı. 1980’ler Afganistan-Rusya, İran-Irak savaşıyla geçti ve ölüm gökyüzünün üzerine adeta çadır kurdu.
1990’lı yıllara gelindiğinde glasnost ve perestroikanın Rus coğrafyasını ve dünyayı rahatlatacağını, insanların yüzünün güleceğini düşünürken Rusya’daki dağılmanın da etkisiyle Yugoslavya parçalandı, Sırplar Bosna Hersek’te tarihte eşi az rastlanan bir katliam yaptı; hemen ardından, daha o savaş bitmeden1994’te Ruslar Çeçenleri ezmeye başladı ve belli fasılalarla birlikte 2009’a kadar binlerce insan katledildi, bazıları hayattan bazıları yerinden edildi. Bütün bu süreç boyunca insanlar her sabah yeni ölümlere, yeni ayrılıklara, yeni zulümlere uyandı ve hayat bir anlamda ölümle, zulümle yüzleşme anlamına geldi.
2003’te Irak Amerika’nın işgaline maruz kaldı ve taş taş üstünde kalmayacak şekilde Bağdat harap edildi. Bırakın şehirleri, şehirlerde yaşayan sivil insanları, mezarlar bile bombalandı. Dünyanın gelmiş geçmiş en mamur şehirlerinden, şehirlerin ilham aldığı şehirden, Bağdat’tan eser kalmadı. Irakta sadece insanlar ve insanlık değil, insan elinden çıkan sayısız tarihi eser de ölümle tanıştı, yok edildi. Baba ve oğul Bush’lar 2003’ten 2011’e kadar Irak’ın uzak yakın bütün şehirlerini talan etti ve oraya yerleşti. 11 Eylül 2001 saldırılarını bahane göstererek bu süreçte ABD Afganistan’a da saldırdı ve yine, bir daha dünya huzursuzluğun pençesine itildi. Tıpkı Saddam Hüseyin gibi Usame bin Ladin öldürülünce dünya artık rahat bir nefes alacak, insanların yeniden eski günlerdeki gibi yüzü gülecek derken bu kez de Arap Baharı süreci başladı. 2010’da Tunus’ta bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla başlayan ve bütün Ortadoğu milletlerine özgürlük getireceği varsayılan süreç Ortadoğu coğrafyasının Batı tarafından tamamen imhasına, bırakın özgürlük getirmeyi, büsbütün köleleştirilmesine yol açtı. Mısır’da cuntacı general Sisi iktidara getirilirken Suriye’deki iç savaşta Esat, iktidarını muhaliflere vermedi ancak hem Mısır’da hem Suriye’de on binlerce masum insan iç savaşın kurbanı oldu.
Bütün bu süreçlerde zaten hiç bitmemiş olan, belli fasılalarla etkisi yükselip azalan bir başka zulüm kendini gösterdi: 2023’te Amerika’nın mutlak desteğini arkasına alan İsrail Gazze’ye yönelik orantısız, öldürücü bir katliam başlattı ve o gün bugündür Filistin topraklarında kırk binin üzerinde insanın yaşama hakkı ellerinden alındı. Süreç hala devam ediyor ve öyle görünüyor ki Filistin topraklarındaki son Filistinli öldürülene veya köleleştirilene kadar devam edecek. İsrail-ABD ekseni bununla da yetinmedi, cepheyi genişleterek önce Lübnan’a, ardından Irak, Suriye ve İran’a saldırdı; Lübnan ile İran bu saldırılara cevap verdi. Yine binlerce, on binlerce insan öldü, evleri başlarına yıkıldı, sakat bırakıldı veya göç etmeye zorlandı. Bütün bu süreçlerde Ermeni-Azeri Savaşı’nı ve Hocalı katliamını, Çin’in Uygur Türklerine yönelik soykırımını, Afrika ve Güney Amerika coğrafyasında yaşananları saymıyorum bile.
Kelimeyi ilk öğrendiğim günden bugüne gülmek hep geri çekildi, uzaklaştı veya zımnen de olsa yasaklandı. Ölüm ise kendini sürekli hatırlattı, dolaşımda kaldı, kurallarını dayattı.Şimdi, geriye dönüp baktığımdaölmenin ve öldürmenin, gülmeyi ve güldürmeyi sınır dışı ettiği bir dünyanın tanığı olmak dışında elimde avucumda hiçbir şey yok. Babam elbette ölümden bahsettiğinde hayatın tam ortasına kurulan neşem sarsıntıya uğradı. Şimdilerde, başımı ellerim arasına alıp şöyle diyorum: Babam ölümün nereden geldiğini bilemeyiz, her an, her yerden ansızın gelebilir demişti ama şimdi biliyorum ki ölümün geldiği bir yer var ve bu Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa. Tıpkı güneş gibi yarım yamalak, bölük pörçük bile olsa hayat Doğu’dan doğuyor, Batı’dan batıyor. Işığın kıymetini bilmeyenleri karanlık ya esir alıyor veya öldürüyor.