Enes, Benim Güzel Fidanım
“Bebek, bebeeek! Bu ne güzellik, baban
sallıyor sen göklerde uçuyorsun. Aman ha, tuttuğun ipe ve bu güzel günlere sıkı
sıkı sarıl. Allah ömür verirse, önünde ne imtihanlar olacak!”
Piknik
yaparken kurduğumuz salıncakta gülücükler saçan 5 yaşındaki kızımın yanına
yaklaşan o “Nine”nin sözleri,
kulağıma yapıştı kaldı.
Kim bilir ne
dertleri vardı?
Belki de
evlâdını kaybetmişti.
Böyle dert yanışı ondandı.
*
Enes Evlâdım’ın
beynindeki kitlenin en kötü huylu
tümörlerden biri olan dördüncü evre "Glioblastoma multiforme” olduğu söylendiğinde, o “Nine”nin
sözleri geliverdi aklıma.
İşte kızımın
imtihanı.
Salıncağın
ipine asılıp sağlamlığını kontrol eden babasına hayranlıkla bakan o bebeğe,
şimdi, “Allah’tan ümit kesilmez kızım,
asla kesilmez.” dedikten sonra, doktorların söylediklerini olduğu gibi
anlatmam mı gerekiyordu?
Enes,
tertemiz anne babanın tek çocuğu.
Benim
damadım.
Enes’i
tanımadan önce, damadımı öz evlâdım kadar seveceğim aklımın ucundan geçmezdi.
Beş yıl
önce, ilk gördüğümde, “Allah’ım bu ne
temiz bir insan!” demişti kalbim.
Enes’le
birlikte geçen yıllar boyunca; sevinç, huzur, hüzün karışımı garip hislerle
yaşadım hep.
Yolunuz
bizim bahçeye düşerse, o çam fidanına bir sorun, belki anlatır neler
söylediğimi.
Enes’in sapasağlam olduğu günlerde, köyümüzdeki bahçemize kızım ile birlikte diktiği çam
fidanına hep “Ah yavrum, ne güzelsin.
İyi ki buradasın, iyi ki bizimlesin de… Güzel yavrum, ya Enes genç yaşta
ölürse!.. Sana baktıkça kalbi kanamayacak mı Kızım’ın!” derdim.
Muhtereme
Hanımefendim de,
“Ya Bey, Allah aşkına, nereden
getiriyorsun aklına böyle şeyleri. Bu fidan buraya dikildi dikileli bunu
söylüyorsun!” derdi.
Enes,
yüreklerimize “güller dikmek” için
gelmiş bir “misafir” gibiydi.
Onun
kıldırdığı namazın lezzeti bir başkaydı, onunla sohbet etmek bütün kasvetimi
alır götürürdü.
Hiç acelesi yoktu, hep sâkin, hep huzurlu, bütün
hücreleriyle iman etmiş bir Allah dostu.
Bir hafta sonu,
O ve Ben, köye gidiyorduk…
Bizim köye
arabayla üç saatte varılır.
Bizim Enes,
ne yavaş ne hızlı, ortalama bir süratle giderken, bana, inceden inceye “Telâş, vesvese ruhu tüketir baba!”
mesajını veriyordu.
Dua ede ede
ilerlerken, mezarlıkta duruşu…
O billur
sesiyle Kur’an okuyuşu...
Hareketlerindeki
ahenk…
Devamlı
ilerliyor ama hiç acele etmiyordu…
“Zamanın ve mekânın sahibi biz miyiz sanki!”
der gibiydi...
*
Böyle sâkin
sâkin giderken…
Üç saatlik
yol, beş buçuk saate çıkmış…
Bahçe
kapısından geçerken fark ettim.
Biraz
yürüdüm.
O fidana
takıldı gözüm.
Bir selam
verdim.
Sonra da,
içimden “Ah fidan ah, yüreğimizi
kanatacaksın!” hissi geçti.
Artık bir
bebeğimiz vardı; Kızım ile Enes Oğlum’dan bir torun.
Çok mutluydu
ev halkı.
Benim
kalbimde o fidan takılı.
*
On ay evvel…
Bütün
doktorlar, bu hastalığın ne yaman bir hastalık olduğunu söylemişlerdi.
Ameliyat?
Evet, ama
tümörün hepsi alınamıyor.
Kemoterapi,
radyoterapi…
Evet ama,
tam çözüm olmuyor.
Şifâ
Allah’tan.
Tıp dünyası
bu hastalığın tedavisini bulabilmiş değil.
Bununla
birlikte “kurtulan” yok da değil!..
*
Şifa
Allah’tan.
İyileşenlerin
nasıl iyileştiğini hiçbir kul bilmiyor.
*
Tam 10 ay.
Kaç hastane değiştirdik
bu süreçte, nice hekim ile görüştük, gece gündüz çare aradık…
Allah
hepsinden razı olsun, hekimler kardeşlerimiz gibi.
Lâkin, elden
gelen ne?..
*
Bizde binbir
soru, Enes hiç oralı değil.
“Sıkma güzel canını Baba,
Rabbimiz ne derse o olur.”
*
Bu süreçte,
yatağa bağlı kaldı genellikle.
Bir ara
yoğun bakımlık oldu.
Epilepsi
nöbetleri geçirdi.
Haftalar
boyunca hıçkırığı kesilmedi.
Ağzına bir
lokma koyamadığı günler oldu.
Damardan
beslendi.
Bazen sesi
çıkamadı.
Kulağım ile
nefesine eğildim.
Yine…
“Baba, sıkma canını. Rabbimiz ne
derse o olur!” dedi.
Fısıltıyla
bana böyle seslendi.
Bir ara
hafiften toparlar gibi oldu.
Eve
getirdik.
O günlerde
de Muhtereme Kayınvalidem vefat etti.
Enes’in
gözlerinde yaşlar…
“Baba” dedi,
“Kimle göz göze gelirsek gelelim, onu
son kez görüyor olabileceğimizi bilelim. Buna göre davranalım, hitap edelim.”
*
Enes, hastalığın
dehlizlerine giriyor…
Bir yukarı
çıkıyor, bir aşağı iniyor.
“Bitti artık” derken, geri geliyor…
“Hadi
bakalım!” derken geri gidiyor!
Böyle böyle
10 ay.
Enes’in
morali hep yüksek.
Yoğun bakım
günlerinde, doktorları “Artık bütün
yakınlarını çağırın!” diyor...
Birden hiç
ihtimal vermedikleri bir şey oluyor.
Enes yoğun
bakımdan çıkıyor.
Servise
alınıyor.
Yanına
gidiyorum.
Yoğun bakım
günlerini anlatıyor:
“Baba;
Hanım Efendim ve kızımla birlikte
güzel bir yere gittik. Orada çok güzel günler geçirdik. Çok mesut olduk.”
*
Enes, 20 gün
boyunca yoğun bakımda uyutulmuştu.
Hatırladığı
tek şey, “Kızım ve torunumla geçirdiği”
güzel günlerdi.
Rabbim,
yoğun bakımdayken ferahlık vermişti Evlâdım’a.
*
Enes, bu
dünyaya ait değilmiş gibiydi.
İşe
giderken, yaralı halde gördüğü hayvancağızları arabasına alıp, veterinerlere
götüren insanlardan çok kalmamıştır herhalde.
“Kalbimde en küçük bir soru işareti
olmaksızın, her konuda, her durumda güvenirim. O bir emin insan. Her tanıyan da
ona güvenir!”
diyerek baktığınız kaç kişi var, hayatımızda?
*
Enes çok
hasta.
Doktorlar
sık sık hâlini, hatırını soruyor.
O her
seferinde,
“Çok şükür Rabbim’e” diyor,
“Siz nasılsınız, sıhhatte ve
afiyettesinizdir İnşâAllah!”
Bir doktoru,
“Bu durumda olduğu halde hâlinden
şikâyet etmeyen, bizlerin hatırını soran bir hastaya ilk defa rastlıyoruz!”
diyor.
Hastabakıcılar,
hemşireler “Ne güzel bir insan bu, ne kadar nâzik.” diyor.
Enes’in
yüzünde tebessüm.
Hıçkırıklara
boğulu halde izlerken onu, yüreğiniz parçalanıyor.
Enes,
“Üzülme
baba, geçecek Allah’ın izniyle” diyor.
Bizi düşünme be oğul, yapma bunu!”
Enes, namaz
aksatmıyor.
Bir tuğlası
var.
Güzelce
abdestini alıyor.
Tertemiz
namazını kılıyor.
Cuma
geceleri, merhumlar, merhumeler için Kur’an okumayı hiç ihmal etmiyor.
Onu
izlerken…
“O hasta değil,” diyorsunuz,
“Biz
hastayız, biz!”
*
Enes, hiç
sormuyor.
Doktorlarından
“hastalığı hakkında” bilgi
istemiyor.
Ben…
“Baba bendeki tümörün cinsi neymiş,
tedavisi var mıymış?”
diye sormasından korkuyorum.
O yanından
bile geçmiyor.
Bunları
düşünemeyecek durumda değil.
Aklı başında…
Öyle ki,
yüksek
lisans tezini hazırlarken geçtiği yolları anlatıyor bana.
Doktoradan
bahsediyor.
“Yapmayı
düşünüyor musun?” diyorum.
“Allah nasip
ederse” diye karşılık veriyor.
Enes, Merhum
Dedesi’ne aylarca bakmış, refakatçisi olmuş.
Hastane
işlerini de biliyor yani.
Pek çok şeyi
biliyor, aklı eriyor ama “Benim tümörüm
nasıl bir tümör?” diye sormuyor!..
Merak
etmiyor.
Şikâyet
etmiyor.
Çoğu
hastanın psikolojisi bozulur.
Çoğu “Yüz binde bir ihtimal! Beni mi buldu bu
dert!” diye hayıflanır.
Enes, rahat.
Yatağa
bağımlı, anlık bakıma ihtiyacı var.
Dert
etmiyor.
Annesi
başında.
Evde bebeği
ve Hanımefendisi.
Hastane, ev,
dert…
Zaten
zayıftı kızım, iyice zayıflıyor…
Enes’in Annesi’nin
sürekli hastanelerde olmasını gerektiren bir kronik rahatsızlığı var.
Aylar
geçmiş, anne bir kez olsun doktora gitmemiş, kendisini unutmuş halde.
*
Enes’in
durumu gittikçe ağırlaşıyor.
Ben,
çaresizim.
Kaç yere
gidiyorum, elimde “cd”ler, bir çare, bir çare…
Yurdun dört
bir yanındaki dostlarımız, hatimler indiriyor…
Dualar,
dualar…
Bitkiler
geliyor, terkipler geliyor…
“Verelim mi?”
diyoruz.
“Bunlar, kanser tedavisinde kullanılan
ilaçların etkinliklerini düşürebilir!” deniyor…
Veremiyoruz.
Ağzı yara
oluyor, kulakları yara oluyor, müdahale ediliyor…
Tam onlar
geçti derken, başka sıkıntılar çıkıyor…
“Bugün bir
kaşık çorba verebildik!” deyince annesi, ev halkı mutlu oluyor.
Ben,
doktorlara gidiyorum.
“Bugün bir
kaşık çorba içmiş ve çıkartmamış ama!” diyorum.
“Allah’tan ümit kesilmez!” diyorlar.
Gözlerinden “Fazla da ümitlenme ama!” mesajını
alıyorum.
*
Enes’i
düşünüyorum.
Beş sene
boyunca, bir kez olsun ağzından “incitecek” bir kelime çıkmaz mı?
Tepeden
tırnağa edep.
Tek kuruşunu
boşa harcamayan bir insan… Yardım etmekse fakire, fukaraya, talebeye…
Öyle cömert
ki…
Enes, geçim
sıkıntısının ne demek olduğunu bilen bir genç.
Hem okumuş,
hem de bulabildiği işlerden harçlığını çıkartmış.
Hayat
mücadelesinin ne denli çetin olduğunu çok iyi biliyor.
Kitapları
pırıl pırıl, takım çantası inci gibi.
Her yanı
tertemiz.
Kimseyle
tartışmaya girmiyor.
“En güzel”, “en nazik” ifadelerle diyor
diyeceğini ama asla tartışmıyor.
Yapması
gerekeni yapıyor, söylemesi gerekeni söylüyor.
Orada
bitiriyor.
Hidayet
Allah’tan.
Enes, sınırlarını
çok iyi biliyor.
Ah Enes!
“Geç buldum, çabuk kaybettim!” diye bir
şarkı vardı.
Ben, Enes’i
geç mi buldum, çabuk mu kaybettim?
İnsan
nefsine bazen “geç”, bazen de “çabuk”muş gibi gelir.
Oysa, her
şey tam vaktindedir.
Enes’im de
son nefesini tam vaktinde verdi elbette.
Rabbim, ne
vakit dediyse o vakit.
O haber
geldiğinde…
Ben yine
hastanede...
Dertli
annesi ve babası da…
*
Annesi,
babası başlarını öne eğiyor.
Ben
pencereden bakıyorum.
Köye uçmak
istiyorum.
Enes ile
Kızım’ın diktikleri o çam fidanının yanına gitmek…
“Torunum benim!” diyerek sarılmak.
“Enes, Enes” diye birlikte ağlamak!..
*
Ah be
fidanım.
Allah kısmet
ederse, yanına geleceğim.
Sana neler
neler söyleyeceğim.
Neler
yaşadığımızı, Enes’in seni ne kadar sevdiğini anlatacağım.
Evlâdım’dan
sana ne hediyeler getireceğim.
Bir “emin” insanı, böyle güzel bir evlâdı
kaybetmenin acısını seninle paylaşacağım.
*
“Kızımı, torunumu üzme lütfen.
Onlara, Evlâdım Enes gibi gülümse!” diyeceğim.