İlk gençlik yıllarım…
Yaşı elverenlerin hatıralarında derin izler bırakan “12 Eylül 80 öncesi”.
İstanbul’un o karanlık günlerinde, annesiz-babasız halimle büyümeye çalışırken, sağ-sol çatışmalarını “çok yakından “izliyordum.
Çok yakından zira kurşunlar etrafımdan geçiyor, kimileri tanıdıklarıma isabet ediyordu!
Okulumuzun bir hocasını derste katletmişlerdi.
Okul bahçesinin bir köşesinde oturup ders zilini bekleyen arkadaşımın bacağına bir “serseri” kurşun isabet etmişti.
Koşuşturduğumuz sokaklarda, caddelerde bombalar patlıyordu.
Ben mahalledeki tek annesiz babasız “çocuk”tum.
Arkadaşlarım, karışanım görüşenim olmadığı için beni kıskanıyordu; bense sevgi, şefkat, ilgi gördükleri için onları.
Çoğunun tuttuğu bir “parti” vardı, “sağ-sol çatışması”nın taraflarından birine yakınlık duyuyorlardı.
Anneleri, babaları, çoğunlukla da ağabeyleri, ablaları “fraksiyon”lardan birine mensuptu.
Gençliğe adım atma çağındaki “çocuklar” kocaman kocaman lâflar ediyor, karşı taraftan nefretle bahsediyorlardı.
Şiirler, marşlar ezberlemişlerdi.
Bana da ezberletmek istiyorlardı.
*
O günlerde, bu yapılanlara anlam veremiyordum.
Aynı ülkenin düne kadar sokaklarda birlikte oynayan çocuklarının birazcık büyüdüklerinde birbirlerini öldürecek, olmadı ömür boyu sakat bırakacak kadar acımasızlaşmalarına bir türlü akıl erdiremiyordum.
Okullarından oluyorlardı, istikballerini silip atıyorlardı “dâvâ” dedikleri adına.
Etrafımdakilerden çoğu “solcu”ydu…
Onlar karşı taraftakilerin birer “Amerikan Uşağı” olduğunu söylüyorlardı.
Aslında çok daha kötü lâflar ediyorlardı onlar için.
“Sağ” taraftakiler ise onları “Komünist Rusya’nın uşaklığını” yapmakla suçluyorlardı.
“Hem Amerika karşıtıyız derler, hem de Amerika’nın ‘bluciniyle’ dolaşırlar!” diyorlardı.
Atışmaları eğlenceliydi aslında, ah o silahlar olmasaydı.
Şiddet olmasıydı.
Fidanlarımız yedikleri “kardeş” kurşunuyla toprağa düşmeseydi.
Milyonların hayatı kararmasaydı.
Ülkemin yarınlarına ipotek koyduracak yanlışlara düşülmeseydi.
*
Ben o ilk gençlik yıllarımda, meselelerin arka plânını düşünebilecek durumda değildim.
Birilerinin bizim arkadaşları kullandıklarını “hissediyordum” sadece.
Birilerinin “sokak çatışmaları” üzerinden büyük “projeler” ürettiklerini akledemiyordum ama hissedebiliyordum.
Arkadaşlarımdan bazıları iyice havaya girmişlerdi.
Kendilerini “dâvâ”ların vazgeçilmezleri gibi görüyorlardı.
Onlar, “şartların olgunlaştırıldığı” süreçte, kendilerinden istenenleri farkında olmaksızın yaparken, ben de farkında olmaksızın uzak kalmıştım olaylardan.
*
Dünyam başkaydı benim.
O yaşlarda yalnızlığımı kütüphanelerdeki yalnızlığımla bastırıyordum.
O sessiz sakin mekânlar ve kitaplar iyi geliyordu ruhuma.
Bazen top oynuyor, maçlarda mutlaka kavga çıkartıyordum nedense.
Bir yandan bunu yapıyor, diğer yandan da kütüphanelerde kafa dinliyordum.
Doldur boşalt, doldur boşalt!
Böyle bir ruh hali.
Bir de hatırladığım…
Emniyet Sandığı isimli bir bankanın şubesi vardı Aksaray’da.
Akrabalarım, para yatırıp çekmek için gittiklerinde beni de götürüyorlardı bazen.
Oradaki “teyze” beni çok sevmiş, Emniyet Sandığı Kültür Yayınları’ndan altı adet kitap hediye etmişti.
O kitapları her akşam okuya okuya bitirdim.
İkinci, üçüncü okuma turlarını da attım.
Bankadaki o teyze yeni çıkan kitaplardan muhakkak ayırıyordu benim için.
“Bunlar müşteriler için, senin deden ve halan da müşterimiz onun için bu hediyeler. Senin gibi kitap seven çocuk da pek yok buralarda.” diyordu.
Bankacı teyze doğru söylüyordu, bazı arkadaşların kitapla işleri yoktu.
“Fraksiyon” dergilerini filan dolaştırıyorlardı ellerinde.
Onlardan da hiçbir şey anlamıyordum, belki de anlamak istemiyordum.
Derken…
İşte…
Hepiniz biliyorsunuz, gençliğimizin "gaza gelmesinin" yol açtığı acı sonuçları...
*
O günlerin üzerinden yıllar yıllar geçmişken…
Bundan belki yirmi yıl kadar önce…
Güzel bir bahar sabahında Sultanahmet’te dolaşırken…
Turistik eşya satan dükkânlardan birinin önünde, yüzüne âşina olduğum ama nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamadığım ben yaşlarda birini gördüm.
Yaklaştım.
O da bana baktı, bir yerlerden tanıyormuş da nereden tanıdığını hatırlayamıyormuş gibi.
Selâm verdim.
Selâmımı aldı.
“Tanışalım kardeş, benim adım Serdar.” dedim.
“Vayyyyy!” diye sarıldı bana.
Mahalleden arkadaşımdı.
O günlerde “akıntıya” kapılıp gidenlerden biri…
Resmî plâkalı bir “jip” ile gelip ablasını almışlardı evden.…
Onu hatırlıyordum.
Biraz lâfladık orada.
Sultanahmet’teki dükkânın önünde.
Uzun yıllar sonra rastladığım mahalleden arkadaşım, yaşı küçük olduğu için “sıyırdığını” söylediğinde yüreğim biraz ferahladı ama…
“Hayatımız mahvoldu be Serdar!” diyerek iç çekişi kalbime acı verdi.
“Bütün değerleri kullandılar, bizi de kullandılar sonra da sap gibi ortada bıraktılar. Onlar sonraki yıllarda güzel güzel mekânlarda, makamlarda günlerini gün ettiler. Kimi yurt dışına vınladı, oralarda krallar gibi yaşadı! Biz ise okullarımızı, geleceklerimizi kaybettik.” diye dert yanınca…
“Olsun kardeş, vardır bunda da bir hayır. Geçmişin hataları, ders çıkartıldığı takdirde güzel yarınları hazırlıyor da olabilir.” cümleleriyle teselli etmeye çalıştım,
Kendilerinin bulaştırıldıkları işlerden uzak durduğumu hatırlıyormuş mahalleden arkadaşım.
“Üstelik annesiz babasız büyüdün, o boşlukta nasıl oldu da etkilenmedin Serdar?” diye sordu.
“Hiç bilmiyorum!” diyebildim.