Fare Kapanı
Arafta
yaşıyoruz… Kötü bir dünyanın eşiğinde, sersem sepelek, olabildiğince şuursuz,
yaralı, kırgın, bitmiş, bitirilmiş, hayata ulanmış olarak değil, lehimlenmiş
bile değil, yapıştırılmış, onun tarafından kıskıvrak yakalanmış olarak… Meyveye
duran taze ruhlarımız kurutuldu, kesilip biçildi, küçük talaşlar olarak
savrulup duruyor sağa sola… Ruhumuza kurulmuş tuzakların sayısı bedenlerimize
yönelik olanlardan çok daha fazla, çok daha sinsi ve alabildiğine karmaşık… Hangi
tuzak, ayartıdan muaftır ki? Çirkin gerçekler ile hoş tuzaklar arasında salınıp
duranlar için düşmek dışında bir mukadderat olası mıdır sahiden? İçimizde
kımıldanıp duran, yüzeye her çıktığında vicdanımızın kulaklarını sağır eden,
bize insan olmayı, insanca yaşamayı sünepelik gibi gösteren hiçlik
çığlıklarının başka bir sebebi olabilir mi? Bir tarafımızda kifayetsiz
muktedirler ve onların suratlarından dünyaya akan hırs, kibir, kıskançlık,
narsisizm, cehalet balçıkları; öte tarafımızda kifayetsizliği yeterlilik, hırsı
kuvvet, kibri hak edilmiş hak, kıskançlığı ilerleme motivasyonu, narsisizmi
yeşermenin vazgeçilmezi addeden cüce gözler… Kötü devler ve iyi cücelerin ağız
kokuları arasına sıkışmış hayatlarımız elbette keyifsiz olacak. Biçim
tarafından temsil edilen anlamın yeryüzünü terk etmesinin, dondurulmuş ölü
hücrelerin tazelere yer vermek istemeyişinin, kamburlaşma korkusuyla göğün yere
eğilmeyi reddedişinin sebebi de bu… Yağmurlar kirlenince şemsiyelere
sarılmaktan başka çare yok. Bu vakitten sonra geleceği, geçmişte bırakan bizler
için hangi yola sapmış olmanın ne anlamı var ki? Yaşanması gereken her şeyi
yaşamadan bırakmış, üstelik artık yaşanacak hiçbir şeyi kalmamış bizler için
gittiğimiz yolun ne önemi olabilir ki? Benjamin Button’un ruhu dolaşıyor
ortalıkta. Belki bir farkla: Onun gittikçe gençleşen kof derisinin yerine bizim
sentetik derilerimiz var. Onun zaman dışı ruhunun yerine bizim her esintiye
ayak uyduran dağılgan ruhlarımız var.
Kötülük iyiliği
her tarafta esaret altına aldı. Rehin alınmış hayatlar, emanete bırakılıp
unutulmuş duygular çağından geçiyoruz. Uzaktan bakıyoruz hayata, uzaktan
seviyor, uzaktan eğitiliyor, uzaktan besleniyoruz. Sipariş edilmiş hayatlarımız
var, sipariş üzerine doğuyor, siparişle büyütülüyor, siparişle ölüyor, öldürülüyoruz.
Düşünmüyor, düşündürülüyor; hissetmiyor, hissettiriliyoruz. Üstelik
yaşamadığımıza, yaşattırıldığımıza dair kanaatlerimiz her gün biraz daha
güçleniyor. Sınırları birbirine karışmış sayısız çürümenin yarattığı büyük bir
bulamacın içinde çırpınıp duruyoruz. Bir adım ileri veya geri gitmek yok. İleri ile gerinin sınırları birbirine
karıştırıldığı, üst üste bindirildiği, yok edildiği için duyular da birbirine
karışıyor ve bu da ister istemez bulantı yaratıyor. Bir hedefe kenetlenmiş,
karınca adımlarıyla bile olsa oraya yönelmek değil yaptığımız, içgüdüsel,
rastgele yekinmelerle bulunduğu yerde debelenip durmak bu yüzden… Etrafımızı sarıp
sarmalayan, belki de baştanbaşa kuşatan cilalanmış kötülüklerin zehri her gün
içimize akıyor, kanımıza karışıyor, ruhumuzda var olagelen sınırları
aşındırıyor. İyilik iyilik olarak, kötülük de kötülük olarak yaklaşmıyor artık.
Ne vakit iyiliğe sarılsak içinden devasa bir kötülük çıkabiliyor. İnsandan önce
galiba onlar kimliklerini yitirdi. İyilik kötülük elbisesiyle, kötülük de
iyilik kisvesiyle görünüp kayboluyor. Kaybolmuyor aslında. Soluduğumuz hava
gibi tenimizden içeri giriyor, ruhumuzun koridorlarını geçip organlarımıza
mikrop bulaştırıyor, tuhaf eyleyişler olarak hayatın ortasına yerleşiyor.
Başlangıçtan
beri türümüzün dikkati, kendinde olmayanı arayıp bulmaya adanmıştı. Eksiği
gidermek, boşlukları doldurmak, sürekliliği sağlayan bir devridaimin garantörü
olmak… İnsanı insan yapan da buydu. Aramak, aradığını bulmak, bulduğuyla
yetinmek… Dünyaya akılla, vicdanla, duyguyla yapılmış her türden müdahalenin
gerisinde hep bu “tamamlama” arzusu vardı. Tamamlayarak tamamlanma… Gramatoloji
buna dayanıyordu. Gelinen noktada ise var olana gözlerini kapama; olanı, olması
gereken yere yerleştirmek yerine çoğaltma eğilimi ile karşı karşıyayız ve bunun
çaresi yok. Nitelik insaflıdır, bir yere gelince durur, çünkü sınırları vardır.
Niceliğin sınırları ise yoktur. Nicelik egemenliğinin kötü huylarından biri de
ne yapıp ederek punduna getirip niteliği katletmektir. Ne yazık ki niceliğe
göre ayarlanmış bütün sistemlerde nitelik ya boğulur veya sistemin dışına
atılır ve günümüz dünyasının en büyük trajedilerinden biri budur.
Her rüya bir
kaçıştır, rüyadan kaçış ise kaçtıklarına yakalanmak demektir. Kaçacak hiçbir
yerin, sığınacak hiç kimsenin olmadığı bir rüyanın tam içindeyiz, kıyısız bir
bataklığın, karasız bir okyanusun… Talihe bakın ki gerçeklerden kaçarak
daldığımız uykunun bize verdiği rüya, en az kendisinden kaçtıklarımız kadar
korku verici… Her uyanış çirkin gerçeğe, her uyku tuzaklarla dolu rüyalara
götürüyor bizi. Buradayız, işte tam burada: Fazlalıklarımızın yapıştırdığı yer
ile azlıklarımızın mecalsiz bıraktığı yer arasında… Sözün özü şu ki ışık
gidince gölgeler hükümsüz kalıyor. Karnımız aç, orada bir peynir var, en
kaliteli peynirin fare kapanında olduğunu biliyoruz ve ya açlıktan veya
kapandan ölmeye zorlanıyoruz... Kötü devler ile iyi cüceler peşimizi hiçbir
zaman bırakmıyor, hayatımızın özü bu.