Evde Kal, Öl
Koronavirüs’le dünyanın devasa bir hapishaneye dönüştürüldüğünü söyleyen Michel Foucault’nun da bu hapishanenin otobanlar, demir yolları ve öğretim sistemlerine eşlik eden kablolar üzerinden denetleneceğini ifade eden Gilles Deleuze’ün de öngörülerini çoktan aştı. Foucault, dünyanın hapishaneleştirilmesinde ulus devletlerin birer gardiyan olarak işlev göreceklerini ve otoriterleşmenin araçlarına dönüşeceklerini söylemişti. Deleuze ise söz konusu otoriterleşmenin bir şekilde metanın içine gizleneceğini ve dışarıdan gelmek yerine içeriden nüfuz etme yöntemini kullanacağını dillendirmişti. Aslında koranvirüs salgınına kadar bu iki görüşe dair sayısız örneğin yer aldığı somut yaşam enstantaneleri mevcuttu ancak virüsün gelişi bütün bu planları altüst etti. Üstelik yarım kalanı tamamlama projesi olarak…
Salgının güncel yaşamı tehdit etmesinin yarattığı travma pek çok bakımdan yeni bir çağın başlamakta olduğunu haber veriyor. Bir kopuş yok elbette ama başlayan bir sürecin tamamlanma konusundaki iştahı ve o iştahın yarattığı baş döndürücü hızı var. İnsanlar şimdiye kadarki süreçlerde iradelerini siyasal otoriteye devrediyor, hatalarını da sevaplarını da kabullenme içgüdüsüyle hareket ediyorlardı. Böylece demokratik de olsa totaliter de olsa devletten yönelen söylem, bireylerde bir şekilde kendine özgü bir meşruiyet yankısı bulabiliyordu. Bununla birlikte üretim araçlarının çoğalması ve çeşitlenmesi, talebin kışkırtılması ve özellikle bedensel tatmininin öncesine oranla çok daha kolay hale getirilmesi bireylerin bağışıklık sistemini hızlıca zayıflattı. Birey bir tüketim öznesi sarhoşluğu yaşarken üretici akıl bu “sarhoşluğu” fırsata çevirdi ve hapishanenin duvarlarını biraz daha görünmezleştirmek, otoriteyi biraz daha engelsiz biçimde uygulamak, sözüm ona acıyı biraz daha hafifletmek için giyotini keskinleştirdi, duvarları zihinlerin içine inşa etmeye karar verdi.
Koronavirüs pek çok bakımdan dünyanın otoriterleşmesinde biçimsel kurguyu öze taşımanın hikayesidir. İstenen şey, Tanrısal otoritede olduğu gibi tahakkümü görünmezlik kisvesine büründürmektir. İnsanlar salgına kadar bir hapishanede yaşadıklarını zaten biliyorlardı ama ihtiyaçları karşılandığı, kendilerine belli bir konfor alanı sağlandığı için dışarıdan dayatılan otoriter söylemleri, keyifleri kaçma bahasına olsa da kabul ediyorlardı. Fena bir takas değildi bu. “Güvensiz ve geleceksiz dışarıya” “güvenli ve geleceği kısıtlanmış içeri” tercih edilmişti ve üretenlerin ördükleri istek duvarları tüketenlerin gözlerine çok batmıyordu. Ne olduysa oldu ve galiba çok uluslu şirketler, ulus devletlerin iradelerine rağmen bunu yeterli görmediği veya masraflı bulduğu için (bu biraz da fabrikayı ucuz işgücünün olduğu memleketlere yaparak masraftan kaçmaya benziyor) tahakkümü biraz daha içerilere, zihnin ve yüreğin duvarlarına kadar ulaştırmaya karar verdiler ki salgın tam da bu yeni aşamanın, bu yeni sürecin periferisinden başka bir şey değil.
Önceki süreçlerde gittikleri her yerde zaten gözetlendiklerini düşünüyordu insanlar ama yine de gidiyordu. Yediklerinin, içtiklerinin, düşündüklerinin, söylediklerinin kayıt altına alındığını biliyordu ama yine de görüle görüle yaptıklarından geri durmuyordu. Ne olursa olsun varoluş arabalarının freni de gazı da kendi içlerindeydi ve tepelerinde kendilerini izleyen helikopterlere rağmen arabanın hızını kendileri ayarlıyordu. Bu yeterli gelmemiş olacak ki her insanın içindeki gaz ile frene de el kondu ve artık durmanın da hareket etmenin de hangi hızda gidileceğinin ve nerede konaklanıp nereden hızla geçileceğinin de kararını kendi isteğiyle başkasına devrediyor insanlar. Otorite dışarıdan içeriye taşındı. Bu vakitten sonra fiziksel duvarlara da otobanlara ve kablolara da ihtiyaç kalmadı. Başkasının ağzından çıkan buyruk artık insanın kendi ağzıyla kendine ulaşıyor. Otorite sahiplerinin bırakın nefeslerini tüketmek, fısıldamaya bile ihtiyaçları yok çünkü her insan onlar adına kendi kendine buyuruyor, onlar adına kendi kendine yön veriyor. Zihinlerin ve yüreklerin işgalinden daha büyük bir otorite, zihnin buyurduklarının ve yüreğin yap dediklerinin üzerine daha güçlü bir söylem var mı?
Baharla birlikte, tedbirler yumuşatıldığında, kış uykusundan uyanan hayvanların yuvalarını terk ederken yaşadıkları rehavetin bir benzerini yaşayacak insanlar. Bütün bir kış uyumanın kaslarda yarattığı gevşeklik, uyuşukluk, çürüme ve telef olmuşluk duygusuna insan söz konusu edildiğinde bir de zihin tembelliği eklenir ki zihnin tembelliği çoğu zaman geri dönüşsüzdür. Bu vakitten sonra evden çıkmak zor gelecek ve sokaklar kendiliğinden başkalarının olacak. Düşünmek zor gelecek, paket bilgiler zihin kapılarına, siz dışarı tek bir adım atmadan ulaşacak.
“Evde kal”, “evde öl” demekti aslında. Evde kal, dışarıyı bana terk et. Evde kal, senin adına ben zaten dışarıdayım. Evde kal, hayata değil internete bağlan. Evde kal, avlu da sokak da şehir de ülke de dünya da bana emanet. Eve mahkumiyet zaten hapishaneyi kendiliğinden evin içine kadar taşımak değil miydi? Eve mahkumiyet ve buna alışmak, eve mahkumiyet ve bunu sevmek, eve mahkumiyet ve mahkumiyeti sevmek, mahkumiyeti sevmek ve özgürlüğün düşmanı olmak…
Bakın göreceksiniz, bir müddet sonra, bir zamanlar hapşırınca yüzüne ters ters baktığınız, size elini uzatınca elini havada bıraktığınız, aynı asansöre bindi diye sırtınızı döndüğünüz, hatta içinizden dışarı atma hisleri beslediğiniz insanlar sadece evden dışarı çıktı diye düşmanınız olacak. Sadece bilgisayardan ayrıldı diye hayatın çevrimdışına dönüşecek, sorgusuz sualsiz selam vermek de sarılmak da bir metrekarelik alanınıza girmek de suç sayılacak, özgürlük suç sayılacak ve üstelik bu suçun yargıcı devletler değil içinizde büyüttüğünüz özgürlük karşıtı kımıltı olacak. Bugün hapşıranı size lanetli gösteren o şey, yarın dışarı çıkmanızı söyleyeni düşmanınız addettirecek.
Bir yıldır sizi eve mahkum ederek iradenize el koyan o çip çoktan zihinlerinizin altına yerleştirildi, çoktan beden devletinizin yönetimine el kondu, siz çoktan öldünüz dostlarım, haberiniz var mı?