Dolar (USD)
34.72
Euro (EUR)
36.56
Gram Altın
2957.62
BIST 100
9886.05
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
04 Aralık 2024

​Dil ve Varoluş

Dil varoluşun atmosferidir. Topraktan, havadan ve insandan önce gelir, yok oluşu da onlardan sonradır. Son insan öldüğünde bile dil konuşmaya devam eder. Kıyamet koptuğunda, yıldızlar gökten söküldüğünde, evren dağılıp yeniden çorbaya dönüştüğünde dahi bunların her birinin söylediği bir cümle, her birinin konuştuğu bir dil olacak, olmayı sürdürecektir. İnsan yokken Tanrı meleklerle konuştu. Daha öncesini bilsek, orada da bir dilin varlığına tanık olacaktık. Kendisi var, dili yok hiçbir varlık yoktur. Ve işte bu yüzden, tam da bundan dolayı hiçbir kendini ifade biçimi dili ıskalayarak gerçekleşemez. Hiçbir meram, dil olmaksızın anlatılamaz. Hiçbir kategori, ötekiyle dil olmaksızın ilişki kuramaz. Bu yüzdendir ki “logos”un iki boyutu vardır: Varoluş ve dil. Her ikisi de kaynağından aynı zamanda çıkar, vardığı yere aynı anda varır. Güneşin ışığıyla ısısının bir öncelik sonralık ilişkisine göre değil, birlikte yola çıkması, ısının parlaklığa göre şiddetlenmesi veya geri çekilmesinde olduğu gibi. Bu da bize varoluş ile dil arasındaki ilişkinin bir öncelik sonralık ilişkisi olmadığını, tam tersine bir iç içelik ilişkisi olduğunu gösterir. Tıpkı bedenle ruh arasındaki gibi… Bırakın suyu, ateşi, rüzgarı, toprağa bile bir dil bahşedilmesinin sebebi budur. Tanrı, dili olmayan hiçbir şeyi yaratmamıştır. Sadece yaratılmamış olanların bir dili yoktur. Ateş, yaratıldığı saniye sıcak olduğunu söyler. Rüzgar yaratıldığı an hareket ettiğini, su akışkan olduğunu söyler. Varolmak ifade etmektir. İfade etmek varolduğunu kanıtlamaktır. Suskunluk da ifade etmeye dahildir. En suskun yüzeyler bile konuşur, bir şeyler söyler. Bir şeyin veya kimsenin dili yoksa o şeyin kendisi de yoktur. Varoluş dilin içine gizlenmiş değildir, bizzat dilin kendisidir. İnsan yokken de dil vardı, insan yok olduğunda da dil var olmayı sürdürecektir. Dünyanın etrafını kuşatan atmosfer nasıl gezegene hayatiyet veriyorsa insanın ufkunu kuşatan dil de ona öylece hayat bahşeder. Bu yüzden, kaynağını, ilhamını logostan aldığı, varoluşun en kıymetli sızıntısı olduğu için irili ufaklı bütün diller kutsaldır. Bir dilin ötekine üstünlüğü yoktur. Asfaltın patikaya üstünlüğü olmadığı gibi… Bir dilin ötekinden farklı tarafları vardır. Tıpkı mavinin kırmızıya, yeşilin beyaza üstünlüğünün olmayışı ama birinin ötekine göre daha parlak, daha ışıltılı görünmesinde olduğu gibi. İşlenmiş dilleri işlenmemişlere, ayrıntılaşmış dilleri kaba saba dillere, şiiri olan dilleri şiiri olmayanlara üstün kılan onların doğası değil işlenmişlikleri veya öylece bırakılmış olmalarıdır.

Dillerini öylece, yüz üstü bırakanlarla – ve elbette, yine bundan dolayı dilleri tarafından terk edilenler- onu özene bezene büyütenler, besleyenler arasında tabii ki bir fark olacaktır. Fakat bu fark, deha ile delinin yahut akıllı ile ahmağın arasındaki makastan kaynaklanmaz. Tam tersine kendisine bakılan, üstüne titrenmiş olan ile görmezden gelinen, güçle buluşturulmayan, kafa yorulmayan arasındaki farka vurgu yapar. Yoksa Afrika’nın veya Avustralya’nın beş on kabilesi arasında konuşulan dilleri, örneğin İngilizceden, İngilizcenin onlar üzerindeki tahakkümünden nasıl ayrıştıracağız? Yani başlangıçta İngilizce de bir kabile dili değil miydi? Onu imparatorluk diline evrilten, diller arasında birinci sıraya oturtan, İbrani dillerini, Arapçayı bile gerisinde bıraktıran İngiliz dehası mıdır yoksa İngiliz müstemlekeciliği mi? Burada örneğin Shakespeare’i mi öne çıkaracağız, Winston Churchill’i mi? Dili imaratorluğa hazır hale getireni mi, dili imparatorluk diline çevireni mi? 20. yüzyılda Almancanın, İtalyancanın, Fransızcanın İngilizce karşısında geri çekilmesinin tek sebebi Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel güce dönüşmesi midir örneğin? Ya da yarın dünyayı maymunlar ele geçirse maymun dilini mi konacağız, en muteber dil maymun dili mi olacak? Mesele dilin çıktığı yer değil, vardığı yer, vardığı yere nasıl vardırıldığı meselesidir biraz da. Ama dilin vardırıldığı yer, aynı zamanda dilin vardırdığı yer değil midir? Ve işte o yüzden dünyayı hiçbir zaman maymunlar yönetemeyecek, hiçbir zaman maymun dili insanlığın ortak diline dönüşmeyecek. Dilinize değer verirseniz o da size yol gösterir. Dilinizi seferber ederseniz o da sizi sefere çıkarır. Dilinizi aşağılarsanız, yok sayarsanız o da size ihanet eder, elinizi ayağınızı bağlar, kötürümleştirir. Bu, insan, toplum ve medeniyetler için de böyledir. Ne kadar kıymet verirsen o kadar kıymet görürsün. Son aşamada kıymet verdiklerine benzersin değil mi? Kıymet vermediklerinin senden uzaklaşmasına neden şaşmalı ki? Bugün İngilizce İngiltere’den de İngilizlerden de hızlı koşuyor ve bunun söylediği bir şey var: Diller yol açar, milletler yürür. Ama aynı zamanda milletler yürüdüğü için diller yol açar, yani dil, yürüyen milletlere yol açar.