Tanımsız Bulantılar
Hayatın iniş
çıkışları bazen çıkmaz sokaklara salıyor insanı. Az veya çok sürüyor, bir de
bakıyorsunuz oradan çıkmış, hayata kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Olur
olmaz bir zamanda, gün içinde bile dalgalar sizi böylesi tanımsız bulantılara
bırakabiliyor. Can sıkıntısı değil bu, uçurumun kenarında olmak, oradan aşağıya
bakmak da… Can sıkıntısı değil, çünkü orada en azından bunun zamanla ilgili
olduğunu, her an bir vesileyle onun dışına çıkabileceğinizi düşünürsünüz.
Parkanızı alır, dışarı çıkar terk edebilirsiniz can sıkıntısını, kımıldar, bir
meşguliyet bulur, yine… Uçurumun kenarında olma hissi de değildir çünkü enikonu,
kenarda olmanın kendine özgü bir duygusu vardır: Korku… Ve üstelik bu da bir
şey; bir değeri, bir aidiyeti, bir bağlamı ifade eder. Korkmanın da hayatla bağ
kuran türlü yolları vardır ve uçurum da eninde sonunda gerisinde bir düzlük,
bir geriye dönüş imgeselliğiyle temas kurar. Üstelik uçurum korkusunun insan
kalbine verdiği bir hafiflik duygusu da vardır sonuçta. Düşme duygusunun hareket
ile kurduğu bağ, uçurumu sanıldığından daha da büyüleyici yapmaz mı? Ama
burada, bu kupkuru, kaskatı ruh halinde, bırakın bir yere götürmeyi, hiçbir yol
başka bir yola çıkmaz. Hiçbir bağlam başka bağlamlarla buluşmaz. Hiçbir düşünce
sizi yargıya, genel geçer bir formüle ulaştırmaz. Orada, nereden geldiği, ne
vakit yerleştiği bilinmeyen, ne olduğu çözülmeyen tanımsız bir kütle vardır,
hepsi bu.
Bazen içiniz
dolup taşar ve dışarıdan oraya hiçbir şeyi taşımak istemezsiniz. İçeri ile
dışarı arasındaki geçişi kapayan bir şey olmuştur. Nereden geldiği, neden
olduğu bilinmeyen bir itki sizi bulunduğunuz yere çivi gibi çakmıştır. Kapı ya
içeriden veya dışarıdan sürgülenmiştir. Duvarın gerisine çekilmişsinizdir –veya
hayat sizi oraya itmiştir, bunun ne önemi var ki, oradasınızdır, oraya
aitsinizdir ve aslında hiçbir yere, hiçbir şeye, dünyaya bile değil-. Orası da
bir yerdir sonuçta, bir merkez, kımıltısız bile olsa gözün kendini kurguladığı
topografik bir çentiktir. Hayata işte oradan dalgın, kendinden geçmiş, oraya
hiçbir şey ekleme veya oradan her hangi bir şey çıkarma niyetiniz olmadan
bakarsınız. Sadece bakarsınız. Gözlerinizle ama kalbinizle değil; gözlerinizle
ama zihniniz veya ruhunuzla değil. Gözlerinizle ama geçmişi orada, bulunduğu
yerde bırakarak... Gözlerinizle ama geleceği buraya, şimdiye akan bir çağıltı
olarak değil… Gözlerinizle ve sanki onlar bedenin bir parçası değil de geriye
kalan bütün organlarla ilişkisini yitirmişçesine, tek. Bir taşın, bir ağaç
dalının, her an dağılmaya yüz tutan, biraz sonra dağılacak, silinecek, büsbütün
kaybolacak ama şimdi varmış gibi görünen bir bulutun yeryüzüne müdahalesi gibi
işlevsiz, bağlamsız, yordamsız, silik… Şimdi var, sonra yok bir geçiş kipi
olarak; yazılmış, sonra silinmiş bir yazı veya hatırlanmış ama gerisinde
kökleri hiçbir zaman olmamış, gerçekleşmemiş, gerçekliği hayata dokunmamış bir
vakıa olarak… Boşluğa eklenmiş ama orada en küçük bir leke bırakma kudreti bile
göstermeyen bir kımıltı olarak… Doğrusu,
kapıyı açmaya yönelik bir iştah, dışarıyı içeriye taşıyacak, içeriyi dışarıyla
buluşturacak bir eyleyiş iradesi de yoktur. Tuhaf biçimde bunu gereksiz
bulursunuz. Sanki derin bir trajedinin ortasına konmuş keskin -ama yine de
sessiz- bir kahkahasınızdır. Sevimsiz bir doluluk, içine kapanmışlık, dışarıyla teması devre dışı
bırakan, onu, orayı dondurarak size yaklaşmasını, içinize girmesini engelleyen
yalnız, hüzünlü, hatta belki sefil bir yeterlilik hâli… Niteliksel bir doluluk,
kendiyle bütünleşik, kendine yeterlilik değil bu. İçinize apansız karışmış bir
keyifsizliğin yarattığı “hiçbir şeyi yapmayı istememe” durumudur. Romanı
yazılmamış, cümlesi kurulmamış bir bulantı; şiire dökülmemiş bir duyarlılık;
tanımı yapılmamış bir hiçlik sağınızdan, solunuzdan, içinizden ve dışınızdan,
her tarafınızdan sizi kuşatmış da bulunduğunuz yere binlerce, on binlerce
yıldır hiç değişmeden kalan metafizik bir heykel gibidir varlığınız,
varoluşunuz.
Bir ırmağın
çağıltıyla akarken ansızın donması gibi… Bir filmin tam da orada, o kareye
gelince kopması, bir gecenin orta yerde şafağa sesini duyur(a)maması, bir
bulutun dağılmayı, yerini başka bir renge bırakmayı reddetmesi ama bütün
bunların kendi iradeleriyle değil, öylesine, vaziyet gereği, kendiliğinden
olması, olup bitmesi gibi… Hava birden soğur ve her şey buza keser. Her iklim,
neredeyse orada durur. Zihin cümle kurmayı bırakır. Güneş patlamaktan vazgeçer
ve ışık bulunduğu yere kapaklanır. Dünya, dünya olmaktan çıkar ve zehirli gaz
bulutları bile anlamını yitirir. Patikalar, patika olmaktan çıkar, ayak
izlerini sular silip süpürür ama onlar da kaybolur. Uçmanın keyfi kanatların iz bırakmamasına
yorulur…
Belki de dünyayı
getirip bıraktığınız yer burasıdır, kim bilir? Belki de iz bırakmayan
kanatların göğüdür hayat, kim bilir?