Dolar (USD)
35.19
Euro (EUR)
36.59
Gram Altın
2961.23
BIST 100
9909.98
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
25 Aralık 2024

​Tanımsız Bulantılar

Hayatın iniş çıkışları bazen çıkmaz sokaklara salıyor insanı. Az veya çok sürüyor, bir de bakıyorsunuz oradan çıkmış, hayata kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Olur olmaz bir zamanda, gün içinde bile dalgalar sizi böylesi tanımsız bulantılara bırakabiliyor. Can sıkıntısı değil bu, uçurumun kenarında olmak, oradan aşağıya bakmak da… Can sıkıntısı değil, çünkü orada en azından bunun zamanla ilgili olduğunu, her an bir vesileyle onun dışına çıkabileceğinizi düşünürsünüz. Parkanızı alır, dışarı çıkar terk edebilirsiniz can sıkıntısını, kımıldar, bir meşguliyet bulur, yine… Uçurumun kenarında olma hissi de değildir çünkü enikonu, kenarda olmanın kendine özgü bir duygusu vardır: Korku… Ve üstelik bu da bir şey; bir değeri, bir aidiyeti, bir bağlamı ifade eder. Korkmanın da hayatla bağ kuran türlü yolları vardır ve uçurum da eninde sonunda gerisinde bir düzlük, bir geriye dönüş imgeselliğiyle temas kurar. Üstelik uçurum korkusunun insan kalbine verdiği bir hafiflik duygusu da vardır sonuçta. Düşme duygusunun hareket ile kurduğu bağ, uçurumu sanıldığından daha da büyüleyici yapmaz mı? Ama burada, bu kupkuru, kaskatı ruh halinde, bırakın bir yere götürmeyi, hiçbir yol başka bir yola çıkmaz. Hiçbir bağlam başka bağlamlarla buluşmaz. Hiçbir düşünce sizi yargıya, genel geçer bir formüle ulaştırmaz. Orada, nereden geldiği, ne vakit yerleştiği bilinmeyen, ne olduğu çözülmeyen tanımsız bir kütle vardır, hepsi bu.

Bazen içiniz dolup taşar ve dışarıdan oraya hiçbir şeyi taşımak istemezsiniz. İçeri ile dışarı arasındaki geçişi kapayan bir şey olmuştur. Nereden geldiği, neden olduğu bilinmeyen bir itki sizi bulunduğunuz yere çivi gibi çakmıştır. Kapı ya içeriden veya dışarıdan sürgülenmiştir. Duvarın gerisine çekilmişsinizdir –veya hayat sizi oraya itmiştir, bunun ne önemi var ki, oradasınızdır, oraya aitsinizdir ve aslında hiçbir yere, hiçbir şeye, dünyaya bile değil-. Orası da bir yerdir sonuçta, bir merkez, kımıltısız bile olsa gözün kendini kurguladığı topografik bir çentiktir. Hayata işte oradan dalgın, kendinden geçmiş, oraya hiçbir şey ekleme veya oradan her hangi bir şey çıkarma niyetiniz olmadan bakarsınız. Sadece bakarsınız. Gözlerinizle ama kalbinizle değil; gözlerinizle ama zihniniz veya ruhunuzla değil. Gözlerinizle ama geçmişi orada, bulunduğu yerde bırakarak... Gözlerinizle ama geleceği buraya, şimdiye akan bir çağıltı olarak değil… Gözlerinizle ve sanki onlar bedenin bir parçası değil de geriye kalan bütün organlarla ilişkisini yitirmişçesine, tek. Bir taşın, bir ağaç dalının, her an dağılmaya yüz tutan, biraz sonra dağılacak, silinecek, büsbütün kaybolacak ama şimdi varmış gibi görünen bir bulutun yeryüzüne müdahalesi gibi işlevsiz, bağlamsız, yordamsız, silik… Şimdi var, sonra yok bir geçiş kipi olarak; yazılmış, sonra silinmiş bir yazı veya hatırlanmış ama gerisinde kökleri hiçbir zaman olmamış, gerçekleşmemiş, gerçekliği hayata dokunmamış bir vakıa olarak… Boşluğa eklenmiş ama orada en küçük bir leke bırakma kudreti bile göstermeyen bir kımıltı olarak… Doğrusu, kapıyı açmaya yönelik bir iştah, dışarıyı içeriye taşıyacak, içeriyi dışarıyla buluşturacak bir eyleyiş iradesi de yoktur. Tuhaf biçimde bunu gereksiz bulursunuz. Sanki derin bir trajedinin ortasına konmuş keskin -ama yine de sessiz- bir kahkahasınızdır. Sevimsiz bir doluluk, içine kapanmışlık, dışarıyla teması devre dışı bırakan, onu, orayı dondurarak size yaklaşmasını, içinize girmesini engelleyen yalnız, hüzünlü, hatta belki sefil bir yeterlilik hâli… Niteliksel bir doluluk, kendiyle bütünleşik, kendine yeterlilik değil bu. İçinize apansız karışmış bir keyifsizliğin yarattığı “hiçbir şeyi yapmayı istememe” durumudur. Romanı yazılmamış, cümlesi kurulmamış bir bulantı; şiire dökülmemiş bir duyarlılık; tanımı yapılmamış bir hiçlik sağınızdan, solunuzdan, içinizden ve dışınızdan, her tarafınızdan sizi kuşatmış da bulunduğunuz yere binlerce, on binlerce yıldır hiç değişmeden kalan metafizik bir heykel gibidir varlığınız, varoluşunuz.

Bir ırmağın çağıltıyla akarken ansızın donması gibi… Bir filmin tam da orada, o kareye gelince kopması, bir gecenin orta yerde şafağa sesini duyur(a)maması, bir bulutun dağılmayı, yerini başka bir renge bırakmayı reddetmesi ama bütün bunların kendi iradeleriyle değil, öylesine, vaziyet gereği, kendiliğinden olması, olup bitmesi gibi… Hava birden soğur ve her şey buza keser. Her iklim, neredeyse orada durur. Zihin cümle kurmayı bırakır. Güneş patlamaktan vazgeçer ve ışık bulunduğu yere kapaklanır. Dünya, dünya olmaktan çıkar ve zehirli gaz bulutları bile anlamını yitirir. Patikalar, patika olmaktan çıkar, ayak izlerini sular silip süpürür ama onlar da kaybolur. Uçmanın keyfi kanatların iz bırakmamasına yorulur…

Belki de dünyayı getirip bıraktığınız yer burasıdır, kim bilir? Belki de iz bırakmayan kanatların göğüdür hayat, kim bilir?