Bir zamanlar İstanbul öyle miydi? Vezir Hanı böyle miydi? Üniversite öğrencileri böyle miydi? TRT’nin büyük umutlarla iltifat ettiği Bir Zamanlar İstanbul dizisi maalesef Doksanlı yılların İstanbul’unu anlatmıyor. Hele mekân ve edebiyat yaklaşımları bariz hatalarla doludur.
Bir Zamanlar İstanbul dizisinin fragmanını izlerken umutlanmıştım. İkinci bölümü de seyrettim. Bu diziden beklentim çok büyüktü ama üçüncü bölümü izlemeyeceğimi şimdiden deklere ediyorum. İstanbul’da okuyan, edebiyat fakültesinde okuyan biri olarak da diziyi seyretmeyeceğim. Edebiyat fakültesinden bahsediyor. Ama dizi çekimleri hukuk fakültesinde çekiliyor. Bu diziyi “mış gibi” pas geçerek oynatamazsınız. Dizinin ikinci bölümünde Edebiyat Fakültesi ve iletişim fakültesi ayrı kampüslerde olmasına rağmen aynı kampüs içinde gösterilmiş. Ali’yi arayan sehere dekan beyin yanına çıktı diye haber verilmesi de cabası. Hangi dekan? Edebiyatın mı iletişimin mi dekanı.
Münazara ile başlıyor Bir Zamanlar İstanbul. Ama Mafya adamlarının ayakları altında ezilen koca bir medeniyetler şehri var. Dizideki mafyavari hâkimiyet Tevfik Fikret’in Sis şiirindeki kötümserliği İstanbul'a yansıtıyor. İstanbul’un maddi ve manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli bir nefret halinde kendini gösteriyor. Dizi doksanların İstanbul’u yerine seksenlerin İstanbul’unu anlatıyor.
Edebiyat ve sanat çevreleri olarak Bir Zamanlar İstanbul’dan “Yedi Güzel Adam” dizisinin bir benzeri olarak umutlanmıştık. Hatta bu dizi; Yedi Güzel Adam dizisine oranla mekân ve imkân olarak da avantajlı bir konumda. Dizi, Maraş’ta çekilmiyor. İstanbul’da çekiliyor. Dizide ana mekân bir lise değil koca bir üniversite. İkinci mekân Vezir Hanı. Ama biz vezir hanında şiir ve edebiyat sohbetlerini görmedik. Oysa İstanbul’da üniversite okumak bir dünyayı okumaktır.
Doksanlı yılların ikinci yarısında İstanbul’a varmış olsak da üniversitede büyüklerimiz Marmara Kıraathanesinde edebiyat sohbetlerinden bahsediyorlardı. Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, M. Niyazi Özdemir’in, Ziya Nur Aksun’un, Hilmi Oflaz’ın, Fethi Gemuhluoğlu’nun ve İstanbul üniversitesinde hocalarının ders dışında takıldığı bu mekâna öğrenciler de uğrardı. Bu mekân Doksan beşler de de varlığını sürdürüyordu. Bir zamanlar İstanbul’da başka edebi mekânlar; Türk Edebiyatı Vakfı, Birlik Vakfı, Fetih Cemiyeti, Beyazsaray kitapçılar çarşısı, Beyazıt Sahaflar Çarşısı öğrenciler ve hocalarla dopdoluydu. Şiir gecelerimizi daha çok Taksim AKM ile Fatih FKM’de yapardık. Yine Fatih Camisi yanında Fatih Duvar Dibi mekânı ve Çaycı Süleyman’ı unutmamak lazım.
İstanbul’da doksanlı yıllarda biz üniversitede okurken Orhan Veli ve Mehmet Emin Yurdakul’u ders geçmek için çalışırdık. Bizden önceki kuşağın çıkardığı Mavera dergisinden, Aylık Dergi’den haberdardık. Ay Vakti, Yedi İklim dergileri çıkıyordu. Umran dergisi de ara sıra derin edebiyat yapıyordu. Sezai Karakoç, Diriliş dergisini çıkarmasa da varlığıyla Diriliş’i yücelişe kalb ediyordu. Kitapçılardan Sezai Karakoç’un kitaplarını almazdık. Diriliş Yayınlarının olduğu üretmen Han’a uğrardık. Orada birkaç kitap alırdık. Şayet üstadımız arkadaşlarıyla sohbet etse de usulca bir yere otururduk. İçeri dolu olsa da üstadımızın arkadaşlarıyla sohbetlerini kapı arkasından dinlerdik. Çoğu zaman Mustafa Kirenci abimizin üstada ve arkadaşlarına yaptığı çayı biz elinden alır üstada ve arkadaşlarına servis yapardık. Biz, bu mekânlarda büyüklerimizin sohbetlerine nail olmak için çok çaba harcardık.
İşte doksanlı yıllarda gerek Diriliş, Gerek Mavera’nın devamı olan dergiler mesela Şeref Akbaba’nın Ay Vakti dergisi, Ali Haydar Aksal’ın çıkardığı Yedi İklim Dergisi, merhum Ahmet Kabaklı’nın çıkardığı Türk Edebiyatı dergisi, Mustafa Kutlu’nun çıkardığı Dergâh dergisi Mavera dergisinin mirasını taşıyordu. Mavera dergisi “Nerde bir Müslüman savaşıyorsa o ülke bizimdir şiarıyla çıkmıştı.” Bu nedenle doksanlı yılların dergileri de Filistin, Tunus, Cezayir, Sudan, Kıbrıs, Suriye, Uzak Doğu, (Uygur Müslümanları, Malezya, Endenozya) Kafkaslar, Morolu Müslümanların dertleriyle dertlenen yazılar şiirler kaleme alıyorlar, dosyalar hazırlıyorlardı. Buna ek olarak Bosna’da Müslümanlar Sırpların soykırımına maruz kalınca dergilerin yönü Batı yönüne çevrildi. Oradaki mezalimi kaleme almışlardı. Biz de o dönemin öğrencileri olarak bu dertlerle dertleniyorduk.
Doksanlı yıllarda Yedi Güzel Adam’ın içinde Necip Fazıl ve Cahit Zarifoğlu hariç hepsi hayattaydı. Ve bu üstadlarımız eser veriyordu. Başka dünyadan bizim dünyaya yönelen İsmet Özel de edebiyata renk getirmiş, Müslüman dünyanın dertleriyle dertlenen eserler kaleme almıştı. Cuma Mektupları, edebiyata ilgi duyan öğrencilerin amentüsü gibiydi. M. Akif İnan’ın Mescid-i Aksa Şiiri, Nuri Pakdil’in Anneler ve Kudüs şiiri doksanlı yılların edebiyat fakültesinden gayr-ı resmi ders notları arasındaydı.
Doksanlı yıllarda öğrenciler sağ ve soldan Necip Fazıl mı Nazım Hikmet mi tartışmalarına pek girişmezdi. Bu tartışmalar daha çok kadük kalmış çevrelerce yapılıyordu. Hiç unutmam o dönemde bir şair ve yazar olarak ağabey olarak bildiğimiz Hüseyin Akın, “Nazım’da Hikmet Arayışları” adlı bir yazı kaleme almış ve çok takdir toplamıştı. Yine solcu gençlerin Sezai Karakoç’un Mona Roza şiirine ve hikâyesine duyduğu ilgiden dolayı Müslümanca yaşama denemelerine giriştiklerine şahit olmuştuk. En azından Bir Zamanlar İstanbul dizisindeki kahramanı Ali’nin münazarada yendiği Seher’in peşinde koşturmazdı.
Dizi, nedense bana dergi gecesi, mekânlar, giyim tarzları vesaire Sabahattin Ali'nin romanlarını hatırlatıyor. Dizinin müziğine itirazım yok. Müziği çok güzel olmuş. Kısacası dizide zenginlik var, fakirlik var, imkânsız aşk var, ilk görüşte aşk var, mafya var, silah var, kötü polis var, siyaset var! Dizi yapımcıları da “bu halk sanattan ne anlıyor.” düşüncesindeler. Reyting derdindeler. Bunlar olmayınca dizilerin hiç şansı kalmadığını düşünüyorlar.
Gelecek Yazıda devam edeceğiz…