Telli Kur'an Dedikleri
“Anadolu İrfanı”, yüreklerdeki paslanmış materyali temizleyen
bir ilaç gibidir. Yüreklerin yangın yerine bir nehir serinliği verir. Akl-ı
selim, zevk-ı selim; bazen Anadolu'nun en ücra köşesinde sessizken ve suskunken
ansızın bizi buluverir.
Geçtiğimiz hafta bir Urfa
Sıra Gecesinde Sivas'tan gelen bir misafirimiz bağlamayı eline almış ve şu
ilginç sözü söylemişti.
“Bizim oralarda bağlamaya “Telli Kur'an” derler.”
Mecliste oturanlardan
kimileri bu söze acayip bir şekilde şaşırıp kalmışlardı. Nasıl olur da bu ağaç
sapına “Telli Kur’an” denilir diye. Anadolu İrfanı işte buradan başlar. Kadim
şehirlerimizde; Urfa’da, Sivas’ta, Erzurum’da dikey ve yatay irfanlar üst üste
kalıplaşmış bir halde zuhur eder. Tıpkı yer altındaki madenler gibi bazen
altın, bazen, elmas, bazen de petrol olarak karşımıza çıkar.
Çok eski zamanlarda tâ atamız Hz. Âdem’e kadar gidelim. Oradan
bir örnek verelim. Hadis kitaplarında Rabbimiz yarattığı kullarına tıpkı çip
tarzında beyin (kalb) yerleştirmiş ve bilinmeyi istemiştir, denilmektedir. Terminolojide
Kenz-i mahfî tabiri olarak rivayet edilen bu hadisin tamamı şöyledir.
“Bilinmeyen gizli bir
hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım”
Kutsal kitabımızda anlatılan Hz. İbrahim'in Ay ve Güneşe
önce “Rabb’im” deyip, daha sonra da “ben batanları sevmem” demişti. Yüce
Rabbimiz sevgili kulu ve peygamberi Hz. İbrahim’in kalbine (beynine) bir çip
yerleştirmişti. Nitekim kavmi onunla tartışmaya başladığında. Hz. İbrahim
onlara demişti ki: "Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında
benimle mücadele mi ediyorsunuz? Demişti. Allah’ın Hz. İbrahim’in kalbine
indirdiği bilgi paslanmamış. Ama onun kavminde ona muhalif olanların kalbindeki
Allah’ı tanıma bilgileri paslanmıştı.
Orta Asya’dan, Orta Doğu’dan, İran Yaylalarından,
Kafkasya’dan, Yemen illerinden Anadolu’ya başlayan göçler bir mozaiğin temaşası
olarak günümüze kadar ulaşırken bu kültürel mirasların bir parçası olan dinî
inançlar da irfan öğesi olarak Anadolu insanının dimağında yer almıştır. Zira
bu olgular, halen dahi Anadolu’da değişik yörelerde diğer sosyal ve kültürel
olgularla birlikte organik varlıkları kendilerine doğru yontarak gelişir. Bu
bahsettiğimiz ortamlar elbette sözlü kültürün yaygın olduğu yörelerde
geçerlidir.
Eski Türklerde Orta Asya’da İslam’dan önce şamanların kopuz
ile hakikati anlatması İslam gelirken ve Anadolu’ya yönelirken âşıkların eline
sazı-bağlamayı alması aynı şeydir. Ya da İran’da santur adlı müzik aletiyle
anlatılan aynı şey değil midir? Bu çalgılar sesiyle, ahengiyle bizi uhrevî
âlemlere çağırırken bütün bu göç yollarında değil miydi?
Anadolu'ya İslam gelmeden önce sadece Hristiyanlık yoktu. Yahudilik
ve bizim bilmediğimiz diğer yerel dinler de vardı. Bu yerel dinlere ateizm,
deizm demiyorum. Çünkü bu Allah'ın yaratılış felsefesine ters bir durumdur.
Modernizmin tuttuğu istatistiklerde insanlar ya ateist oluyor ya da
fundamentalist. Diğer tabirle aşırı dinci ya da radikal… Postmodernizm bu
istatistiğe olumsuz manada yeni bir kavram daha kazandırdı. Bunun adı da
“deizm”dir. Hâlbuki deizm, insanlarda mental yorgunluğun sebebidir, daha
doğrusu sonucudur. Yani dinler tarihinden haberdar olan insanların ateizm ya da
deizm diye tabir edilen bu kavramlardan uzak durduğu öteden beri bilinmektedir.
Bütün bunların ötesinde Anadolu'da dinler ve medeniyetler
arkeolojisi sahnesinden şu manzarayı seyredebiliriz. En derin keşifler, en
büyük hayranlık anlarında gerçekleşir. Mesela kopuzun bağlamaya dönüşme
macerasında izlenen yolu da tıpkı Anadolu insanı kendi zihninde
yoğunlaştırmıştır. O zamanlar kopuzla anlatılan hakikat, İslami dönemde tekke
ve zaviyelerde sazla-bağlama ile anlatılır olmuş. Kur’an hafızları,
hafızasındaki yüce bilgileri unutmamak için müzik makamları keşfederken onlara
bir ses ve bir ahenk olarak bağlama yolculuk etmiştir. Bu inşa faaliyeti; tıpkı
bir sanatçı gibi, hünerli bir el gibi gerçekleşiyordu. Telli Kur’an tabiri de o
zamanlarda doğdu. Şimdi bağlama çalanların ve “Telli Kur’an” tabirini
kullananların klasik zamanlarda çoğu Kur’an hafızıydı.
Hoca Ahmet Yesevi ile başlayan Yunus Emre ve Pir Sultan
Abdal’ın deyişleri, tekke ve zaviyelerde
yankı bulmuştu. Anlamını Kur’an ayetlerinden alan DEYİŞ ve NEFES’ler dile gelirken
onlara eşlik eden bağlamaya Kuran dili anlamında “Telli Kur’an” olarak
nitelendirilmesi de bundandır.