Lübnan Bir Orta Doğu Laboratuvarı
Filistin’deki İngiliz manda yönetiminin sona ermesinden bir gün önce, 14 Mayıs 1948’de bağımsızlığını ilan ederek kurulan İsrail, kuruluşunun üzerinden 80 sene dahi geçmemiş bir devlettir.
Dinî ve tarihsel kökenlerini Tevrat’ta bahsedilen “vaat edilen topraklar”a (Eretz İsrail) kadar götürür.
Bu inanca göre İsrailoğullarının tanrısı kutsal toprakları, Hz. İbrahim aracılığıyla onlara vaat etmiş ve bu zamandan itibaren İsrailoğulları kabilesiyle vaat edilen topraklar arasında dinî-duygusal bir bağ oluşmuştur.
MÖ 11. yüzyılda kurulduğu sanılan İsrail Krallığı’nın, İsrailoğullarının bu topraklardaki ilk siyasi varlığını temsil ettiği ve bu tarihten sonra İsrailoğullarının aralıklı olarak kısa süreli krallıklar kurduğu düşünülmektedir.
İsrailoğullarının bu topraklardaki siyasi hâkimiyeti çok kısa sürmesine ve bu toprakların Süryani, Babil, Pers, Yunan, Sasani, Bizans ve son olarak kısa süreli Haçlı işgallerini saymazsak 7. yüzyıldan itibaren Müslüman devletler tarafından yönetilmesine rağmen Yahudiler, bu topraklara dinî ve millî sahiplik iddiasını yüzyıllar boyu sürdürdüler.
Roma ve Babil sürgünleriyle Orta Doğu ve Avrupa’ya kadar yayılan Yahudiler, kutsal olarak addettikleri toprakları ve bir gün bu topraklara dönüş hayalini dinî ritüelleriyle hep canlı tuttular.
Bu ritüelin kapsama alanına giren Lübnan, Suriye, Dicle / Fırat havzası vs. bölge ülkeleri ile kısa, orta ve uzun vadeli plan dâhilinde savaş ve çatışma siyaseti üzerine kurulu hedefler 7 Ekim saldırıları ile start alırken, sınır komşusu olması dolayısı ile Lübnan daha sonra Suriye sonrasında İran ile olacak olan bölgesel savaş hesapları en kuralsız hâliyle geri dönülmez bir dönemin kapılarını açmış gözüküyor.
Gazze’den sonra açılması beklenen Lübnan cephesinde, İsrail için ciddi bir tehdit olan İran destekli Hizbullah’ın varlığı bu bölgede savaşın daha da şiddetli geçeceğinin bir işareti aslında.
Zira Lübnan için “Orta Doğu’nun laboratuvarı ifadesi sıklıkla kullanılır. Orta Doğu’nun etnik, dinî ve mezhepsel çeşitliliği barındıran, Orta Doğu siyasetinde etkin ülkelerin aktif şekilde müdahil olduğu bir siyasi atmosferi taşıyan ve Orta Doğu’ya özgü olduğu iddia edilen problemlerin hemen hepsinin yaşandığı bir ülke olmasından dolayı, bu ifade Lübnan için özellikle anlamlıdır.
Bununla beraber, Lübnan Orta Doğu açısından bir “prova odası” niteliği de taşımaktadır. Zira Lübnan’ın yakın tarihinde yaşadığı gelişmelerin önemli bir kısmı bölgenin geleceği açısından önemli ipuçları sunmaktadır.
7 Ekim saldırıları dünya tarihinde pek de eşi benzeri olmayan bir planlama ve uygulama ile birlikte gerçekleşti. Hamas’ın çok kısıtlı bir çekirdek ekibinin planlayıp gerçekleştirdiği bir saldırıydı bu.
Olayların patlak vermesiyle birlikte gözler bölgedeki diğer aktörlerin reaksiyonuna çevrilmişti. İlk açıklamasını Lübnan’da cuma namazı sonrası 3 Kasım’da yapan Hizbullah lideri Nasrallah, kutsal operasyonun tamamen Filistin kaynaklı olduğunu belirtmişti.
O günkü bu açıklama, çatışma sürecinde ikinci cephenin açılması yönünde bir planlamanın olmadığına işaret oldu. Ancak çatışma ve İsrail’in savaşı açıkça bölgeye yayma isteği Lübnan’da 2006’daki bir ayı aşkın süren savaş benzeri bir durumun tekrarlanmasını sağladı.
2006’daki savaştan tek fark, İsrail için Hizbullah, silah kapasitesiyle bugün çok daha güçlü potansiyel bir taraf pozisyonunda.
Irak ve Suriye’nin 2010’dan itibaren çok daha fazla İran güdümünde merkezlere dönüşmesiyle birlikte Hizbullah’a silah ve ideoloji akışı da kesintisiz devam etti. İsrail’in Gazze’de yaşattığı vahşet devam ederken savaşın kuzeye sıçrama ve devam etme olasılığı bölgesel bir kıyamet ihtimali olarak karşımızda duruyor.
2006’da ne olmuştu?
İsrail savunma güçleri, Lübnan’daki Hizbullah örgütünün İsrailli askerleri kaçırmasına bir tepki olarak 2. Lübnan Savaşı adı altında 34 gün süren bir savaş başlattı. Söz konusu savaş, Orta Doğu ölçeğinde bazı siyasal dengeleri yeniden şekillendirmiş olsa da, İsrail’in yürütmüş olduğu operasyonun ortaya çıkardığı tablo siyasal özelliği dışında birçok tartışmayı da gündeme getirmişti.
Bu tartışmaların en başında gelenlerinden biri ise, ABD’nin şartsız desteği ve uluslararası kamuoyunun müdahale etme konusunda geç davranmasının bir sonucu olarak İsrail’in orantısız güç kullanmak suretiyle Lübnan’a yönelik toplu bir cezalandırma yöntemini kullanmış olmasıydı.
Çatışma ve savaş başta olmak üzere uluslararası sistem içinde kendine ayrıcalıklı bir konum inşa eden devletlerin başında kuşkusuz ABD ve İsrail gelmektedir. 11 Eylül sonrası ortaya çıkan ve temelde tarafların savaşları başlatmaları açısından konvansiyonel ölçekte mikro olarak ele alınabilecek, ancak ortaya çıkan çatışmanın küresel düzleme yansıması bakımdan makro ölçekli olmasına neden olan devletler arası savaşların temel kaynakları kuşkusuz bu iki devletin tüm uluslararası hukuk kurallarını askıya almasıdır.
Söz konusu askıya alma nihai olarak başta BM gibi sistemin temel mekanizmalarından biri olan örgütlerin inandırıcılığını ortadan kaldırdığı gibi savaş süreçlerinde ve sonrasında ortaya çıkan tablonun da gerçek niteliğiyle değerlendirilmesi ve yargılanması bakımından önemli bir engel teşkil etmektedir.
Lübnan saldırısının gösterdiği temel gerçek yukarıda vurgulanan ve hukukun askıya alınması olarak tarif edilen tüm süreçlerin uluslararası kamuoyunun bizatihi gözlerinin önünde gerçekleşmesiyle mümkün olabilmiştir.
Diğer taraftan bu çatışma ve savaşın başlamasından gelişimine kadar geçen tüm süreç ve sivillerin hedef alınması planlı bir politika olarak ortaya çıkmıştır.
Söz konusu planlama yalnızca bu çatışmada yaşanacak bir gerçek değil savaş sonrası başta BM olmak üzere tüm küresel araştırma kuruluşlarının vardığı temel sonuçlardan biridir.
Söz konusu sonuçların pratik düzlemde hiçbir yaptırım ortaya çıkarmıyor olması da uluslararası toplumun en zayıf ve kabul edilemez yönlerinden biri olarak karşımızda durmaktadır.