Kendimizden başlamak
Son yıllarda kendimizle ilgili görebildiğim şöyle bir gerçek var; çok güzel projeler üretiyor, hayaller kuruyor, hedefler belirliyor, idealler çiziyor fakat nereden işe başlayacağımızı sanki bilmiyoruz… Böyle olunca da yol almakta zorlanıyor, umutlarımız kırılıyor, heyecanımız tükeniyor…
Gerçekten işe nereden
başlamak gerekiyor?..
Sözü dolandırmadan
söylemek gerekirse kuşkusuz kendimizden başlamak zorundayız…
Ham hayallerin
peşinden koşmak yerine bir an önce kendimizden başlamayı başarabilirsek sorun
büyük çapta çözülmüş olacaktır… O zaman tükenmişlik hissinden kurtulmakta
kolaylaşacaktır…
Başkalarından beklemek
değil, kendimizden başladığımız zaman hayatımız ve hareketimiz
bereketlenecektir, hedef kitlenin yüreğinde makes bulacaktır…
Bundan dolayı ilk
başlatan, ilk terleyen, ilk bedel ödeyen, ilk işin çilesini çeken biz olursak
zorlukları aşar amacımıza ulaşırız…
Bu dava ısmarlama ile
olmuyor, ihaleye çıkarmakla hiç olmuyor, elini taşın altına sokmadan sonuç
vermiyor…
Hele hele erteleyerek,
topu taca atarak, bir şeyler yapıyormuş gibi görünerek, yağdan kıl çeker gibi
işin içinden sıyrılarak, işi kurnazlığa dökerek hareket edersek kulluk yolunda
sınıfta kalırız…
Evet değişim diyoruz,
ancak değişmesi gerekenlerden biri de kendimiz olduğunu unutuyoruz… Hep
başkasından bekliyoruz, istiyoruz ve habire suçlu arıyoruz… Sonuçta havanda su
dövüyoruz…
Öncelikle
sorgulanması, değişmesi, düzelmesi gerekenin kendimiz olduğu gerçeğini
ıskalıyoruz…
Kimseyi değil önce
kendimizi konuşmak, kendimizi tanımak, kendimizi keşfetmek durumundayız…
Kendimizi önemsemekle
kalmayıp öne çıkmamız, elimizi taşın altına sokmamız, risk almamız
kaçınılmazdır… Çünkü önce kendimize karşı samimi, dürüst ve ciddi olmamız
gerekiyor…
O zaman el attığımız
işlerin hakkını verebilir ve başarırız…
Kendimiz için doğrucu
Davut olursak kazanırız…
Varsın köyden kovulan,
musibete maruz kalan, başına bela alan biz olalım, fakat güzel işlerde ilk
‘’Besmele’’ çeken biz olalım…
İyiliğin ihyası,
kötülüğün imhası bizim özelimizde başlamalı… Yani kendi nefsimizde, ehlimizde,
evimizde… Kendi gözümüzdeki merteği görmez, başkalarının kusurunu sıralarsak
hiçbir sonuç alamayız…
İman edenler ne zaman
inandırıcı olabilir?..
Kendi iç
tutarlılıklarını sağladıkları vakit…
İlkeli olmak ne
demektir?.. Kendi inanç değerleri ile çelişmemek… İhlas, istikamet ve
istikrardan kopmamaktır…
Kendi özümüze özümsetemediğimizi
başkasına nasıl önerebiliriz?..
Erdem nedir?..
Kendimizi eleştirebilmektir… İğneyi kendimize batırabilmektir…
‘’Andolsun nefsini kınayıp durana.’’ (Kıyame, 2)
‘’Ben nefsimi temize çıkarmam…’’ (Yusuf, 53)
‘’Kalbim temizdir’’e sığınmadan, çirkin çağrılar karşısında ‘’Ben Allah'a sığınırım.’’ diyebilmek…
İşte marifet, keramet budur…
Müstağnileşmeden,
mağrurlaşmadan mütevazı kimliklerimizle yeryüzü sınavımızı yani şahitliğimizi
güzelce sürdürebiliriz.
Biz
bu güzelliği kimden aldık?
Yeryüzünün
gelmiş geçmiş en güzel örnekliğine sahip Hz. Muhammed (sav) den..
El-Emin’in
en büyük özelliği neydi?
Hep
kendinden başladı… O sadece bir konuşan, vaaz eden değildi… Sahaya ilk inen
oydu… İlk direnen oydu… İlk acı çeken oydu…
O
sadece fikir üretmedi, fiilen arazi de oldu…
İlk
ayağa kalkan, ilk uyaran oydu…
Faizi
yasakladığında ilk olarak amcası Abbas b. Abdülmuttalib'den başladı…
Cahiliyedeki
kan davalarını kaldırırken ilk yakın akrabası Rabia b. El-Haris b.
Abdülmuttalib'in davası oldu…
Fetih
günü Kâbe'nin anahtarını amcasının oğlu Hz Ali'nin elinden alıp ilk sahibi
Osman b. Talha'ya teslim etti… İmtiyaz yoktu…
Sade
bir yaşamı ilk önce kendi hane-i saadetinde uyguladı…
Hz.
Fatıma kendisinden yardım istediğinde vermedi, önceliğim Ashab-ı Suffe dedi…
İşe
kendinden başladı… Onun farkı buydu… Evet bizler ilklerden olmakla emrolunduk…
İlk nedamet, ilk feragat, ilk gayret bizim olmalı…
İlk
çağrı, ilk çığır, ilk iz bizden olmalı…
İlk
kıvılcım bizde çakmalı…
‘’Şehrin en uzak yerinden koşarak gelen ilk
delikanlı’’ biz olmalıyız…
Aleme nizamat vermeden önce kendimize çeki-düzen
vermeliyiz…
‘’Siz insanlara iyiliği
emrettiğiniz halde, kendinizi unutuyor musunuz? (Yoksa kendinizi sorumsuz mu sanıyorsunuz?)
Halbuki siz üstelik Kitabı (Kur’an'ı) da okuyor (Allah'ın emirlerini de
biliyor)sunuz. (Buna rağmen) Hâlâ akıllanmayacak )ve yanlışınızı anlamayacak)
mısınız?’’ (Bakara, 44)