İbn-i Arabi'nin gözünden sinema ve sosyal bilinç
Bazen bir film izlersiniz ve kendinizi bir rüyanın içinde bulursunuz. Ancak o rüya yalnızca bir hikâye değil de, kolektif bir bilinç çağrısıysa? Sinema, bir hikâye anlatıcısından çok daha fazlasıdır; o, insan ruhunun en derin köşelerine dokunma yeteneğine sahip bir aynadır. Bu ayna, sadece bireysel değil, toplumsal gerçekleri de yansıtır. İbn-i Arabi’nin mistik öğretilerinden ilham alarak, sinemanın modern dünyadaki sosyal bilinç rolünü keşfetmek, bir hakikate yolculuğu andırıyor.
Şeyh-i Ekber’in öğretilerinde "görünmeyen
hakikatlere" ulaşmak için önce perdelerin ardını görmemiz gerektiği
söylenir. Sinema da aslında aynı şeyi yapmaz mı? Bir yönetmenin kamerasından
yayılan ışık, hakikati aydınlatmak için kullanıldığında, izleyiciyi dönüştüren
bir yolculuğa çıkarır. Örneğin, toplumların yüzleşmekten kaçındığı göçmen
sorunlarını ele alan belgeseller, izleyenlerin sadece bilgi edinmesini değil,
vicdanlarının uyanmasını sağlar. Bu anlamda bir belgesel, tıpkı filozofun
bahsettiği perdelerden biri gibidir; ilk bakışta yüzeysel görünse de doğru bir
niyetle bakıldığında hakikatin kapısını aralar.
Bugünün sineması, yalnızca hikâyeler anlatmakla kalmıyor;
izleyicisine toplumla, dünyayla ve hatta kendi içsel gerçekliğiyle yüzleşme
fırsatı sunuyor. Özellikle Dijital Nesil, bu yüzleşmenin en güçlü
temsilcilerinden biri. Dijital dünyada büyüyen bu kuşak, sinemayı yalnızca bir
eğlence aracı olarak görmüyor; onlar için bir film, aynı zamanda bir gerçeklik
simülasyonu. Black Mirror gibi yapımlar bunun güzel bir örneği.
Gerçeklik ve kurgu arasındaki çizgiyi bulanıklaştıran bu tarz içerikler,
yalnızca izlenmekle kalmıyor, bireylerin dünyayı sorgulama biçimlerini
dönüştürüyor.
Ekberî bakışıyla bir film izlemek, yalnızca bir
hikâyeyi tüketmek değil, onu yaşamaktır. Bir yönetmen, kamerasıyla bir hakikati
aradığında, izleyiciyi sadece bir gözlemci değil, bir katılımcı yapar. Alfonso
Cuarón’un Roma filmi bunun örneklerinden biridir. Görünüşte bir
kadının sıradan yaşamını anlatan bu film, aslında sınıf farkları, toplumsal
adalet ve insan ilişkileri gibi derin meseleleri yansıtır. Sufi
öğretilerinden hareketle bu tür bir anlatı, bireyin hikâyesini toplumun
kolektif hikâyesine bağlar.
Sinema, modern dünyanın manevi rehberlerinden biri
haline gelmiş durumda. Göçmenlerin yaşadığı zorlukları belgeleyen yapımlardan
çevre krizine dikkat çeken filmlere kadar, sinema toplumsal bilinç yaratmada
eşsiz bir rol oynuyor. Bu filmler, İbn-i Arabi’nin "görünmeyen
hakikatlere" ulaşma çabasına benzer bir şekilde, izleyiciyi sadece
izlemekle yetinmeyip bir çözümün parçası olmaya çağırıyor.
Bir film izlediğimizde, aslında bir sonuca değil, yeni bir
başlangıca adım atarız. İbn-i Arabi’nin hakikati arayan ruhlara verdiği tavsiye
de bu yöndedir: Hikâyeler bizi durağanlaştırmak için değil, harekete geçirmek
için vardır. Sinema, toplumsal hafızanın bir parçası ve vicdanın sesi olarak,
sadece bir sanat dalı değil, bir yaşam rehberidir.
Bugün izlediğimiz her film, geleceğe bırakılmış bir not
gibi; insanlığa dair umudu, sorgulamayı ve değişim arzusunu taşıyan bir mesaj. Sinema,
bir filozof öğretisiyle birleştiğinde, bize sadece bir dünya sunmuyor, o
dünyanın daha iyi bir versiyonunu yaratmak için ilham veriyor.