Dünyanın kötülük odağı ABD’nin başı Tramp, utanmadan sıkılmadan 1,5 milyon Filistinlinin Ürdün ve Mısır’a gönderilmesini istedi. Küstaha bakın! Herif babasından kalan arazileri dağıtıyor sanki. Zaten iğrenç hevesini geçenlerde açıkladı ve Gazze’nin güzel bir kıyı şehri olduğunu, buraya yatırım yapılabileceğini söyledi. Komşularına şimdiden sarkanlara, emperyalist heveslerini saklamayanlara benim daha mantıklı ve vicdanlı teklifim var: Milyonlarca Kızılderili ve zenciyi katlederek Amerika kıtasının güneyine çöken işgalci ABD’liler, başka yerlere sürülmeli ve bu topraklar asıl sahiplerine verilmelidir. İslam âlemi, Türk dünyası ve hür devletler, güç birliğiyle bu azgınları durdurmalı; yoksa Üçüncü Dünya Harbi’ni çıkaracaklar!

Kimisi yıkmak için doğar, tahribat yapmaya gelir dünyaya. Kimisi de yeryüzünü tamir ve ihya etmek, güzelleştirmek için… Esasen Habil ve Kabil davası ezelidir; iyiler ve kötüler ebediyete kadar hep savaşacak. Belma Aksun Hanımefendi, ışıltılı kalemiyle kıymetli eserler kaleme alan, dünyamızı güzelleştiren seçkin bir yazarımız, hikâyecimiz. Daha önce yazdığı Yaşama Sanatı Görgü, Keşke, Bir Millet Mistiği: Ziya Nur Aksun, Yaşlılığa Methiye, Sadece Yaprak Döktük, Yaşamayı Bilme Sanatı ve Biz İmparatorluk Geçmişimizi Hiç Unutmadık ki isimli değerli eserlerini okudum. Her biri ufuk açan, sağlam tahlilleri olan, aydınlık yüzlü metinler bütünü.

Aksun soyadına aşina olanlar, muharriremizin ağabeyi ‘Bilge tarihçi’miz Ziya Nur Aksun’u hatırlayacaklardır. İrfanımıza armağan ettiği Osmanlı ve İslam tarihleriyle aydınlarımızı etkilemiş, bize ecdadımızı sevdirmiş bir kutlu kalemin sahibiydi. Akatlar’daki evlerine ziyaretlerimiz, birer şölene dönüşürdü. Hele o bayram sohbetleri unutulabilir mi? Maddi ikramların yanı sıra kurulan o fikir ziyafetlerinden ruhen ve kalben doymuş olarak kalkardık. Daha sonra arkadaşlarla dönüş yolunda, sohbetleri müzakere ederdik. Mehmed Niyazi, Mehmed Genç, Sadettin Ökten, Ahmet İyioldu, Dursun Gürlek, Halil Duruk, Cemal Aydın, Olcay Yazıcı, Muhsin Karabay ve diğer dostların da katıldığı o muazzam sohbet günlerini unutmak kabil değil. Keşke sohbetlerin kaydı alınabilse ve bugün kitaplaşabilseydi.

Şimdi yazarımızın, diğer kitapları gibi Ötüken Neşriyat’tan çıkan Yalnızlığa Methiye’sini okuyorum. Sarıp sarmalayan, alıp ötelere taşıyan ve ruhumuzu doyuran inci mercan hikâyeler… Hikâye kitaplarını okuyanların sayısı artıyor. Bu tür, roman gibi yorucu değil. Tek bir hikâye, bazen lokomotif gibi diğer hikâyeleri katar katar peşinden sürükleyebiliyor. Yalnızlığa Methiye böyle bir lokomotif hikâye. Esasen kitaptaki 30 hikâyenin konuları farklı olsa da ortak duygu, düşünce ve hayallerin sayfalara cömertçe serpiştirildiğini hissediyorsunuz. Sabır, sebat, kanaat, tevekkül, muhabbet, hürmet, rıza gibi kavramların edebiyat hamurunda nasıl ustaca mayalandığını görüyorsunuz. Zaten edebiyat biraz da edep değil mi? Belma Hanımefendi’nin eserlerinde bu terbiye edici rolü müşahede ediyoruz. O bir yazar olmanın ötesinde mürebbiyedir; terbiye edici rolü kesindir.

Eserin bütününde kurulan, kurgulanan ve uygulanan olağanüstü ahenk ve denge var. Tadında mizah, dozunda fikir ve kontrollü his! Bir okuyucu, yazarından başka ister ki? Ama Yalnızlığa Methiye’de biz daha fazlasını buluyoruz. Sevinç ve hüznü, keder ve neşeyi, melal ve saadeti beraber teneffüs ediyoruz. “Piyanist”te sanat sevgisini gözlemliyoruz. “Devedikenlerinin Azizliği”nde gelinciklere kötülük edenin devedikenleri tarafından nasıl öç alınırcasına hırpalandığını hayretle biraz da ibretle görüyoruz. Çiçek sevgisinin temelinde, bütün canlılara gösterilen hürmet/muhabbet hissinin yattığını fark ediyoruz. Kötülüğün devamlı olmadığı, berbat hislere sahip olanların da vakti gelince doğruyu, iyiyi ve güzeli bulabilecekleri anlatılıyor hikâyede.

“Bu Şehr-i İstanbul ki…” Dersaadet’e yazılmış bir destan, bu muhteşem şehre yakılmış bir ağıt, kaleme dökülmüş bir mersiye… Yazarımız olumsuzlukları görse de umudunu asla yitirmiyor. İnsanından hiç vazgeçmiyor. Anlatılırsa, doğru telkinler yapılırsa, yanlış yollara sapanların aydınlık caddelere yönelebileceğini samimiyetle düşünüyor ve bu gerçeğe bizi de inandırıyor. Dinimizde ümitsizliğe yer olmadığını bilen münevverimiz, düşüncelerini aktarırken suçlayıcı değil aksine ikna edicidir. Doğru yolu göstericidir. İyi bir kılavuz, sağlam bir rehberdir. Millî Eğitim Bakanlığı, Belma Aksun’un eserlerini okullarımızda yardımcı ders kitabı olarak okutulsa bundan ülkemiz, milletimiz kazançlı çıkar. Yeni nesiller daha yerli ve millî anlayışa sahip olur. Bahsettiğim hikâyenin son paragrafı beni sarstı. İnanıyorum ki sizler de düşünerek okuyacak, seveceksiniz: “İstanbul’da yaşayanlar, bunun şükrünü bilmeliydiler. Bilmiyorlarsa, bunu takdir etmekten acizlerse, aslında burada yaşamayı da hak etmiyorlardı, vesselam! Dahası, İstanbul’da yaşamaya can atanların hakkını da yiyorlardı. Çok değil, daha birkaç yıl önce, İlahi iradenin idareye el koyduğu o 15 Temmuz gecesi, ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtaranların, gözlerini kırpmadan tankların önüne yatanların, kurşunlara göğüslerini siper edenlerin çoğu, kimilerinin küçümseme gafletinde bulunduğu bu insanlardı işte.”