Sizinle bir anımı paylaşayım mı? Geçen hafta, yağmurlu bir İstanbul akşamında, Pera'nın dar sokaklarında yürüyordum.
Sizinle bir anımı paylaşayım mı? Geçen hafta, yağmurlu bir İstanbul
akşamında, Pera'nın dar sokaklarında yürüyordum. Kulaklığımda Necip Fazıl’ın "Zindandan Mehmete Mektup" çalıyordu:
"Yarın elbet bizim olacak, yarın elbet güzel olacak..." İşte o an,
bir kapının önünde duran sokak ressamına takıldı gözüm. Yaşlı bir adamın
portresini çiziyordu belki de kendi
babasını. O kadar etkileyiciydi ki, ister istemez durdum ve izlemeye başladım.
Yağmur şakır şakır yağarken, sanatçı ve ben, o portre üzerinden sessiz bir
sohbete daldık sanki.
Ekonomik zorluklar mı? Eh, hangi birimiz zorlanmıyor ki... Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sındaki Raskolnikov gibi, cebimizde üç kuruşla
kültür-sanat etkinliklerine gitmeye çalışıyoruz. Ama biliyorsunuz, "sanatsız kalan bir milletin hayat
damarlarından biri kopmuş demektir" sözü boşuna söylenmemiş. O yüzden, her şeye rağmen sanatla nefes
almaya devam ediyoruz.
Geçen gün Maçka’da küçük bir galeriyi ziyaret ettim. Genç bir
küratörle tanıştım, gözleri ışıl ışıldı anlatırken. "Abi," dedi bana,
"biz gençler artık farklı düşünüyoruz. Gustav Klimt'in Öpücük'ünü bile sanal gerçeklikle yeniden
yorumluyoruz." Haklıydı da. Zaten William Blake'in
dediği gibi "Sanatın kapıları algıya açıktır." Bizim algımız da artık
çok boyutlu, çok katmanlı...
Geçenlerde bir koleksiyonerle sohbet ediyorduk. Adam otuz yıldır eser
biriktiriyor. "Her tablonun bir hikayesi var," dedi, gözleri
parlayarak. "Şu Hikmet
Onat manzarasını almak için
üç ay pazarlık ettim. Her sabah kalktığımda karşımda görmek, fırça
darbelerindeki titreşimi hissetmek... Bunun yerini hiçbir şey tutamaz."
Sonra telefonunu çıkarıp NFT koleksiyonunu gösterdi. "Ama bak,
burada da bambaşka bir heyecan var," dedi. "Dijital sanat eserleri
canlı gibiler, değişiyorlar, dönüşüyorlar. Geçen gün aldığım eserin renkleri,
kripto piyasasının hareketlerine göre değişiyor. Düşünsene, sanat artık sadece
donmuş bir an değil, yaşayan bir organizma gibi."
İşte tam bu noktada durdum ve düşündüm. Geleneksel koleksiyonerlikte
o esere dokunabiliyorsunuz, arkasındaki tuval kokusunu alabiliyorsunuz,
sanatçının fırçasının izlerini hissedebiliyorsunuz. Eren Eyüboğlu'nun bir tablosunun çerçevesindeki ufak çizik
bile koleksiyoner için paha biçilmez bir anı olabiliyor. Ya da Cihat Burak'ın bir deseninin köşesindeki küçük bir mürekkep
lekesi, eserin hikayesinin bir parçası haline geliyor.
Dijital koleksiyonerlikteyse bambaşka bir oyun var karşımızda.
Blockchain üzerinde kayıtlı bir token'ın sahibi oluyorsunuz. Eser belki
binlerce ekranda aynı anda görüntülenebiliyor ama sahiplik size ait. Tıpkı Mona Lisa'nın binlerce reprodüksiyonu olması ama
orijinalinin Louvre'da olması gibi. Dijital sanatçı Pak'ın "Merge" isimli NFT koleksiyonu 91.8
milyon dolara satıldığında çoğu insan şaşkınlıkla karşılamıştı bu durumu.
Ya şu dijital dönüşüm... İtiraf edeyim, başta ben de anlayamadım.
NFT diyorlar, blockchain diyorlar, yapay zeka sanatı diyorlar... Ama sonra bir
baktım ki, bu da bizim hikayemizin bir parçası. Picasso bile zamanında portre fotoğrafçılığına karşı durmuş,
düşünsenize!
Başka bir cumartesi sabahı Cihangir'de kahvemi yudumluyorum.
Karşımdaki binada bir anne, çocuğuna resim yapmayı öğretiyor. Pencereleri açık,
sesleri geliyor: "Anne bak, güneş mor oldu!" diyor çocuk. Anne de
"Harika!" diyor, "Van Gogh da gökyüzünü mor yapmıştı..."
İşte o an anlıyorum ki, umut tam da burada, bu pencereden gelen seslerde.
Bakın, size bir şey itiraf edeyim: Bazen bu değişimin hızı beni
korkutuyor. Salvador Dali'nin
Eriyen Saatler'i gibi,
zaman akıp gidiyor elimizden. Ama sonra düşünüyorum: Her kuşak kendi sanatını
yaratıyor, kendi hikayesini anlatıyor. Ve bu hikaye, tıpkı Cem Karaca'nın
şarkılarındaki gibi, hem geçmişe saygılı hem geleceğe umutlu.
İnanın bana, dostlar, yarın daha güzel olacak. Nasıl mı biliyorum?
Çünkü her gün, her sokak köşesinde, her apartman dairesinde, her okul sırasında
birileri hayal kuruyor, çiziyor, yazıyor, söylüyor. Sanat, tıpkı ekmek gibi, su
gibi temel bir ihtiyaç bizim için. Ve biz Anadolu'nun çocukları, bin yıllık
sanat geleneğimizle, hem geçmişi koruyup hem geleceği kucaklıyoruz.
Rembrandt'ın Gece Devriyesi'nden Monet'nin Nilüferler'ine, Rodin'in Düşünen Adam'ından Ai Weiwei'nin
enstalasyonlarına kadar, sanat hep bizimle yürüdü bu yolda. Kimi zaman avuttu,
kimi zaman düşündürdü, kimi zaman da cesaretlendirdi bizi. Tıpkı mahalle
bakkalının veresiye defteri gibi, sanat da bizim hayata dair umutlarımızı,
hayallerimizi kaydediyor.
Ve son olarak, sevgili okur, sana bir sır vereyim mi? Bu şehrin
sokaklarında, Leonardo da Vinci'nin
Mona Lisa'sı kadar gizemli
hikayeler var. Yeter ki görmesini bilelim. Çünkü sanat, sadece müzelerde değil,
tam da şu an oturduğun sokakta, bindiğin otobüste, içtiğin çayın buğusunda... Yaşamın ta kendisi sanat ve biz hepimiz, bu
muhteşem eserin hem sanatçısı hem de izleyicisiyiz. Dans etmeye devam!