Binlerce yıllık Anadolu’nun kadim toprakları, sadece bereket değil, şifa da dağıtır. Baharın ilk ışıklarıyla uyanan kırsalda çapa sallayan çiftçinin alnındaki ter, İstanbul’un beton yığınları arasında saksısına fide diken bir genç kadının ellerindeki toprak izi, hep aynı gerçeğin izdüşümü: İnsan toprakla buluştuğunda, kendi özüne de dokunur. Bilim bunu doğruluyor; Dr. Charles Guy’ın Florida Üniversitesi’ndeki araştırmasına göre, yarım saatlik bahçe işi kortizolü düşürüp ruhu tazeliyor. Toprağa temas eden eller, sadece sebze yetiştirmiyor, içlerindeki kaygıyı da biçiyor.
Bu bilgelik, Anadolu’nun kadim hekimlerinin mirasında da saklı. XV. yüzyıl Osmanlı cerrahı Şerafeddin Sabuncuoğlu, tıp kitabı Cerrahiyyetü’l-Haniyye’de bitkilerin şifasına ve doğayla uyum içinde yaşamanın önemine vurgu yapmıştı. Sabuncuoğlu, tedavilerinde kekik, papatya ve biberiye gibi Anadolu’nun otlarını kullanırken, hastalarına "temiz hava" ve "toprakla teması" da reçete ederdi. Bugün modern bilim, onun doğa merkezli şifa anlayışını adeta yeniden keşfediyor: Tıpkı Sabuncuoğlu’nun bitki özlerini damıtması gibi, toprakla kurulan temas da insan ruhunu damıtıyor.
Bu temas, nesiller arasında görünmez köprüler kuruyor. Çocuklar, domatesin kızarmasına tanık olduklarında, sofradaki yemeğin kıymetini öğreniyor. Bir lale soğanının patlaması, onlara sabrın ve emeğin dilini fısıldıyor. Hızlı tüketim kültürünün dayattığı hazırcılığa inat, toprak insana “beklemeyi” öğretiyor. Belki de bu yüzden, Osmanlı’nın şifahane bahçelerinden bugünün kent bostanlarına, toprakla kurulan ilişki, medeniyetimizin sessiz bir terapisti.
Ne var ki, aynı sabır ve özen, toplumsal diyalogumuzda yok. Sosyal medya haberciliğinin hızla akan nehrinde, gerçekler yerini yüzeysel iddialara bırakabiliyor. İnsanlar, karmaşık meseleleri bir “etiket”e sığdırmaya çalışıyor. Ekonomik krizler, “dış güçler” veya “tek adam” söylemine indirgeniyor. İklim değişikliği, komplo teorilerinin gölgesinde kayboluyor. Oysa tıpkı bir tarlada mahsul yetiştirmek gibi, toplumsal sorunlar da emek ve bilgi ister. Kökleri anlamadan, yaprakları sulamanın bir anlamı yok.
Toplum olarak düştüğümüz tuzak, “cehaletin kibri.” Bir konuyu derinlemesine araştırmadan, duygusal bir refleksle kesin yargılara varmak… Bu, rüzgârın savurduğu tohumlara bel bağlayıp verim beklemek gibi. Oysa gerçek çözümler, kestirme yollardan değil, çapayla açılan terelerden filizlenir. Örneğin, göçmen meselesini ele alalım. “Suriyeliler ekonomiyi batırdı” demek kolay. Ancak bu iddia, küresel enflasyonun, üretimdeki durgunluğun ve siyasi kararların üzerini örtüyor. Tıpkı kurak bir tarlayı suçlamak gibi…
Peki nasıl düzelteceğiz? Cevap, toprağın dilinde gizli. Bir bahçıvan, önce toprağı anlar, eksik mineralleri varsa mineral takviyesi yapar ve analizini tamamlar. Sonra tohumu eker, sabırla sular. Toplumsal meselelerde de aynı özeni göstermeliyiz. Önyargıları bir kenara bırakıp, verilerle konuşmalıyız. Karşımızdakini dinlerken, onun “niyetini” değil, “ihtiyacını” duymalıyız. Tıpkı susuz bir fidana su verir gibi…
Bugün Türkiye, coğrafyasının ihtişamı kadar derin bir kültürel çeşitliliğe de sahip. Ancak bu mozaiği bir arada tutan harç, diyalog ve karşılıklı anlayış. Toprak bize şunu fısıldıyor: Kökler ne kadar derine inerse, ağaç o kadar göklere uzanır. Siyasi görüşlerimiz, inançlarımız veya kimliklerimiz farklı olsa da, hepimiz aynı toprağın üstünde soluk alıyoruz.
Bahar, doğanın dirilişi kadar zihinlerimizin de yeniden canlandığı bir fırsat. Balkonlarımıza biberiye ekerken, içimizdeki katılıkları da kökünden sökmeliyiz. Tıpkı Anadolu’nun bereketli topraklarında olduğu gibi: Bir yanda tohumlar filizlenirken, diğer yanda nesiller arasında sabır ve anlayışın köprüleri örülür. Unutmamamız gerekir, gerçek terapi sadece toprağa değen ellerde değil, birbirimizin sesine açılan yüreklerde saklı. Çünkü ancak köklerimizi anladığımızda, dallarımız geleceğe uzanabilir. Bu bahar, sadece çiçeklerin değil, umudun da yeşerdiği bir mevsim olsun.