İstanbul’un metrobüs duraklarında koşturan ayakkabıların telaşı, modern zamanın ritmine ayak uydurma çabasının bir metaforu sanki. Her sabah, kronometreye bağlı yaşayan bir neslin çocuklarıyız. Dakikaları verimlilik uğruna harcarken, bir çay molasında bile gözümüz saatte takılı kalır. Oysa şiirlerin tılsımcısı Cemal Süreya’nın dediği gibi, “Hayat kısa, kuşlar uçuyor”. Peki ya uçan kuşları izlemek için duraksamak, “kayıp” değil de “kazanç” ise? Belki de boşluğun ihtişamı, tam da gözden kaçırdığımız o sessiz anlarda gizli.

Gençliğimde, Ankara’nın dik yokuşlarında bisiklet sürmekten pedallarım eğrilirdi. Annem, “Boşuna vakit geçiriyorsun!” derdi. Ama o yokuşlarda öğrendim ki, rüzgârın yüzümde bıraktığı iz, hayatın bana fısıldadığı bir şiirdi. Şimdi kalemimi tutarken, cümlelerimin ritmini o pedal seslerine borçluyum. Boş denen o anlar, aslında ruhun tuvaline düşen renklerdi. Ne garip: “Zaman öldürdüm” dediklerimiz, bizi en çok diri tutan anlarmış.

Türkiye’nin gençleri, sınavlarla örülü bir labirentte kaybolmuş durumda. Bir üniversite sıralaması, bir staj başvurusu, bir dil puanı… Her adım, geleceği yakalama telaşıyla atılıyor. Peki ya şimdi? Bir kuşak, an’ı unutarak yaşıyor. Oysa Anadolu’nun köylerinde hâlâ yaşlı bir nine, kilim dokurken ara verir; çayını yudumlar ve gökyüzüne bakarak “Allah’ın işi” der. Bu kadim bilgelik bize neyi hatırlatır? Belki de verimlilik denen canavarın, ruhumuzu çaldığını… Felsefenin ışığı Seneca, “Zamanı kullanmayı bilene, yeterince uzundur” der. Ama ya kullanmak değil de bırakmak gerekiyorsa? Tasavvufta “fenâ” hâli, varlığın yoklukta erimesidir. Mevlana’nın semazenleri, hiçbir hedef olmadan döner; çünkü asıl amaç, dönüşün kendisidir. Japon filozof Kamo no Chōmei ise “Bir kulübede oturup ayak izlerimi karlarla örtmek” der. İşte gerçek verimlilik: Hiçbir iz bırakmamak.

Zaman, kaynayan bir çaydanlık gibi fokurdar. Bizse, “Kaynamadan dökülürse o berrak demini alamaz” diye telaşla ateşi körükleriz. Oysa demlenmek için beklemek gerek. Çayın buğusu, camın ardında biriktikçe, suyun rengi değişir. Tıpkı Ege’deki zeytin ağaçlarının, yüz yıllık sessizlikle meyve vermesi gibi… Orhan Veli’nin “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizesi, bir şehrin gürültüsünde bile boşluğun müziğini duymaktır. Belki de anlam, tam da o “durmak” fiilinde saklı.

Şimdi, bu gazeteyi okurken içinizde bir ses: “Ama benim…” diyecek. “Rapor yetiştirmem, fatura ödemem, çocuğun ödevini kontrol etmem lazım.” İçinizde kabaran o çığlığı bir an için susturun. Sadece bir nefes alın. Pencerenizden geçen bulutları izleyin. Çünkü. Çünkü Alman filozof Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman’da işaret ettiği gibi, “İnsan, zamanın içine fırlatılmış bir varlıktır; onu ‘olmak’la doldurmak yerine, ‘olmak’ın ta kendisi olmalıdır.” Fransız düşünür Blaise Pascal ise Düşünceler’de şöyle haykırır: “İnsanın tüm sorunu, odasında sessizce oturamamasıdır.” Tıpkı Platonistlerin MÖ VIII-VI. yüzyıllarda öğrettiği 'ataraxia' hâli gibi: Dinginlik, duyguların girdabına kapılmadan 'an'da kök salmak…

Bir Japon Zen deyişi şöyle seslenir: “Yürürken yürü, otururken otur; ama asla bocalama.” Modern dünya bize sürekli “koşmayı” dayatırken, durup nefes almak bir lüks değil, bir zorunluluk. Japon yazar Junichirō Tanizaki, “Işığa Övgü” (In Praise of Shadows) adlı denemesinde, loş bir odada mum ışığının yarattığı melankolik güzelliği anlatır: “Karanlık, gözleri değil, ruhu besler.”

Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un Beyaz Gemi romanında, çocuk kahramanın dağlarla kurduğu sessiz iletişim, doğanın dilini anlamanın metaforudur. Orada “boş” zaman yoktur; yalnızca insanın kendi içindeki labirentte kaybolma cesareti vardır. Tıpkı İskandinav “friluftsliv” geleneğinde olduğu gibi: Ormanda yürümek, medeniyetin gürültüsünden kaçmak değil, kendi derinliklerine yolculuktur.

Peki ya kırık bir testi? Kanadalı şair-müzisyen Leonard Cohen, Anthem adlı şarkısında şöyle der: “Her şeyde bir çatlak vardır; işte ışık oradan sızar.” Japon şair Matsuo Bashō’nun ünlü haikusu ise şu dizelerle yankılanır:
“Yağmurdan sonra
Eski bir taşın üstünde
Bir damla su.”

Bu sözler, kusurun ve boşluğun nasıl birer şiire dönüşebileceğini hatırlatır.

Son sözü, Kızılderili Şef Seattle’ın 1854’te söylediği ve nesilden nesile aktarılan o meşhur sözlere bırakalım: “Ağaçların sesini duymazsanız, rüzgârın şarkısını nasıl işiteceksiniz?” Belki de zamanı “harcamak” yerine, onun bir nehir gibi akışına bırakmalıyız. Çayınız soğumadan değil, tam da ılıkken… Çünkü Sufi geleneğinde denir ki: “Ateş, ancak küllerin sabrıyla tutuşur.”

Öyleyse, bugün kendinize bir armağan verin, saatin telaşını değil, kuşların kanat çırpışını, bulutların reveransını gözlemlenleyin. Belki de “hiçlik” dediğimiz o boşluk, aslında varlığın ta kendisidir.