Batı'nın Afrika kıtasına yönelik müdahaleleri ve İslam’ın kıtadaki tarihî yayılımı yalnızca iki farklı süreci değil, iki zıt dünya görüşünü de yansıtır. Bir yanda askeri işgaller, zorla dayatılan ekonomik sömürü ve kültürel asimilasyonlarla şekillenen Batı sömürgeciliği; diğer yanda ise ticaret, eğitim ve gönüllü kabul üzerine inşa edilen İslamî etkileşim vardır. Bu iki süreç, kıtanın kaderini belirleyen temel kırılma noktalarından biri olmuştur.
İslam, Afrika’ya kılıç zoruyla değil, tüccarların, alimlerin ve mutasavvıfların öncülüğünde, doğal bir toplumsal dönüşüm süreciyle nüfuz etti. Kuzey, Batı ve Doğu Afrika’da Müslüman tüccarların teşvik ettiği ilim merkezleri, camiler, medreseler ve kütüphaneler yükselirken, Afrika’nın yerel hanedanlıkları bu kültürel ve ekonomik gelişimden güç aldı. İslam, kıta halklarına yalnızca bir inanç sistemi değil, aynı zamanda hukuk, ticaret ve sanat gibi alanlarda bir medeniyet perspektifi sundu. Timbuktu, Kano, Kahire ve Mogadişu gibi şehirler sadece Afrika’nın değil, dünyanın en önemli kültür ve bilim merkezlerinden biri haline geldi.
Oysa Batı’nın kıtaya yönelik ilgisi, medeniyet inşa etme gayesiyle değil tamamen ekonomik ve stratejik hesaplarla şekillenmiştir. Avrupalı güçler, 15. yüzyıldan itibaren köle ticaretini kurumsallaştırarak Afrika’nın insan gücünü acımasızca sömürdü. Sanayi Devrimi sonrası ise Afrika’nın zengin kaynaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere doğrudan sömürge yönetimleri tesis ettiler. İngilizler, Fransızlar, Portekizliler ve Hollandalılar yerel halkları eğitmek veya kalkındırmak yerine kıtanın doğal zenginliklerini Avrupa’ya taşımayı önceledi. Kendi inşa ettikleri bu sömürü düzenini ise “medeniyet götürme” safsatasıyla örtmeye çalıştılar.
Afrika’nın bugünkü ekonomik geriliği, altyapı eksikliği ve siyasal istikrarsızlığı Batı’nın yüzyıllar süren bu müdahalelerinin doğrudan bir sonucudur. Kıtanın bir zamanlar refah içinde olan bölgeleri sistematik bir şekilde fakirleştirilmiş; yerel yönetimler kukla rejimlere dönüştürülmüştür. Öyle ki, Fransa gibi sömürgeci devletler Afrika halklarını dünyaya "geri kalmış" olarak tanıtmış, kendi yaratıkları sefaletin sorumluluğunu da yine Afrikalılara yüklemiştir. Oysa tarihsel gerçekler bu anlatının tam tersini işaret etmektedir.
Batı, Afrika’ya yalnızca altın, elmas ve değerli madenler için gelmemiştir; aynı zamanda kıtanın kültürel ve sosyal dokusunu bozmak için de harekete geçmiştir. Misyonerler, "uygarlık götürme" adı altında Afrikalı toplumları dinî ve kültürel asimilasyona zorlamış; geleneksel eğitim sistemleri yerle bir edilmiş; halkların kimlikleri unutturulmuştur. Buna karşın İslam’ın Afrika’daki etkisi tamamen farklı bir yön izlemiştir. Müslüman tüccarlar ticaret yoluyla kıtaya girerken, beraberlerinde bilgi, zanaat ve bilim de getirmiştir. Mali İmparatorluğu’nun ünlü hükümdarı Mansa Musa’nın Hac yolculuğu sırasında yanındaki alimler ve mimarlar bu etkileşimin en büyük göstergelerindendir.
Batılı tarih anlatısı, Afrika’yı sürekli “kurtarılması gereken” bir coğrafya olarak tanımlarken kıtanın geçmişte sahip olduğu entelektüel ve ekonomik birikimi kasıtlı olarak göz ardı etmiştir. Oysa ki, Batı Afrika’nın Sahel bölgesi veya Doğu Afrika’nın kıyı şehirleri bir zamanlar küresel ticaretin en önemli merkezlerinden biri olarak kabul ediliyordu. Ancak bu refah Avrupalı güçlerin kıtayı askeri ve ekonomik olarak işgal etmesiyle sona erdi.
Bugün Afrika’nın geleceği üzerine düşünüldüğünde Batı’nın kıtaya sunduğu şeyin yalnızca sömürü, sefalet ve bağımlılık olduğu açıkça görülmelidir. Oysa İslam, tarihin her döneminde Afrika halkları için birleştirici bir güç olmuş, kıtaya ilim, ticaret ve medeniyet taşımıştır. Afrika’nın kendi tarihini yeniden keşfetmesi ve Batı’nın kurguladığı anlatıları reddetmesi ancak bu tarihsel hakikati kabul etmesiyle mümkün olacaktır.