Hep birlikte eski Ramazanları anıyoruz. Hayıflanıyoruz özlemlerle karışık... "Ah neydi o eski Ramazanlar!.." diye başlayan sızlanmalarda bulunuyoruz... Bir kısmımızın sızlanmaları; eskiler kadar dinimizin kadrini kıymetini bilemeyeceğimiz anlamını taşıyor.
Hep birlikte eski Ramazanları anıyoruz. Hayıflanıyoruz özlemlerle karışık...
“Ah
neydi o eski Ramazanlar!..” diye başlayan sızlanmalarda bulunuyoruz...
Bir
kısmımızın sızlanmaları; eskiler kadar dinimizin kadrini kıymetini bilemeyeceğimiz
anlamını taşıyor. Bir kısmımız da özlediği şey ibadet değil de, sadece bu
ibadet nedeniyle yaşananlarmış gibi, Ramazanı (hatıralarında) direkler arası eğlenceye,
Karagöz’e, orta oyununa, meddahlara ve çalgılı kahvehanelere indirgiyor. Özleminin
bu yönünü o kadar abartıyor ki; neredeyse bütün Osmanlı’nın Ramazan’ı iki direk
arasında ve çalgı çengi eşliğinde geçirip gittiği sanılıyor.
Eski
ramazanları anma ve “ah!” çekme hastalığı çok eskiden başlamış bir hastalıktır
desek, belki abartmış olmayız.
Yüzyıl
öncesinde kaleme alınan bir yazıda, Ramazan’ın eski neşesini yitirdiği işleniyor.
Refik Halit yazısında yeni asrı, kaba saba kör bir ayağa benzetiyor ve Ramazan’la
gelen birçok güzel geleneği ezip geçtiğini söylüyor. Daha 1920’lerin sonunda
Ahmet Rasim, Ramazan’ı eskiye hiç benzememesi nedeniyle tanıyamadığını söylüyor...
Cenap Şahabettin de yine aynı yıllarda Ramazanlarda bile minarelerin daha
suskun, daha kimsesiz kaldığını söylüyor. Ve daha birçok sızlanmanın o yıllarda
bile edebiyatımıza yansımış olması bizi düşündürüyor.
Aslında
bizden sonra gelecekler de, sözgelimi bir Ramazan akşamında bizi şöyle
anabilirler; “Neydi o eski Ramazanlar! O eski Ramazanlarda hep daha eski
Ramazanlar anılır, yenileri de yaşanmadan geçirilirdi...”
Elbette
geçmişte yaşanan güzellikler anılmalıdır; fakat bu anmaların, ölüp gitmiş bir güzelliğin
ardından yapılan ağlamaklı törenlere dönüşmemesi gerekir.
Eskiye
karşı abartılı özlem duymak, eskiyi daha çabuk eskitirken, yeniyi de daha yaşanmadan
öldürebilir. Geleceği daha güzel yaşamaya mecal bırakmayacak derecede geçmişi
hatırlamak, sağlıklı bir anma, hatırlama olmaz; hatta giderek daha iyi bir yeni
için, bir adım ötesine üşenmeye, tembelliğe neden olur. Daha güzelini ortaya
koyabilecek enerjiyi de yok eder.
Hatıra
sadece anılmak ve içinden geleceğe süzülecek iyiyi ve güzeli ayıklamak için bir
değer taşır. Yaşanmış bitmiş bir şeyi, yaşanacak olanı iptal edecek derecede
yeniden yaşamaya kalkışmak an’ın, günün ölü doğuşu olacaktır. Mazi; şimdi olmak
hakkını zamanında elde etti ve yaşadı. Çok güçlü ve doygun yaşandığı için
geleceğe uzanmaya hakkı; ancak güncellenerek, şimdinin özneleri tarafından
yeniden oluşturularak olabilir.
Şimdi
ise; henüz toy. Ve bütün heyecanıyla yaşama doğru yol almış vaziyette. Onu
hakkıyla yaşamaya üşenmemeliyiz.
Bu
tembelliğimiz, onun yaşam sırasını maziye, hatıraya kaptırmasına neden oluyor.
Hatıra denilen masum ihtiyar! Daha kaç yıl yeniden bütünüyle hissedilerek şimdiyi,
anı, anları öldürecek? Güpgüzel bir an, yepyeni bir şimdi; hatıranın torunudur.
Saygı duyar elbette atasına. Lakin biz böyle “Ah eski...” demeye devam edersek,
anları katletmesine göz yumduğumuz gibi, bizden geriye ciddi bir hatıra
kalmayacak! Hatıranın hatırasını yaşamanın yanında hayalin de gerçeğini yaşamak
lazım.
Anılara
takılıp kalarak, “an”ın geçip gidişine göz yummak yanılgısını özellikle
Ramazanlarda yaşamamalıyız. Anılar, yeni bir şey ortaya koymak istememenin sığınağı
olmamalı. Eskiden onca güzelliği yaşayabilmiş olmak, bugün daha güzelini yaşayabilmenin
yolunu kapamamalı, aksine açmalıdır. Eskiden bir şeyi bu kadar güzel başarmışsak,
gelecekte bundan daha güzelini de başarabiliriz.