Modernite ile birlikte insan sadece gelenekten kopartılıp bireyselleştirilmedi, aynı zamanda içinde mündemiç olan inanç melekelerinin DNA’ları da tahrip edildi. Dünya hazlarının çekim kuvveti, bu tahribatı tadilat etmek istemeyen irade ile birleşince insan, dünyanın uydusu haline geldi. Bu durum insanın toprakla olan bağını kesti.
Oysaki Hz. Mevlâna pergel metaforuyla, bir ayağıyla yere sağlam basan, diğer ayağıyla açılabildiği kadar açılabilen bir pergele benzetir insanı. Fakat biz ayağımızı hangi noktada konumlandıracağımızı idrak edemediğimiz, önemini anlamadığımız bir çağın insanlarıyız. Bu nedenle ayağımızı İslam’ın sabiteleri üzerine değil dünyanın hazları üzerine ve tam merkezine konumlandırmışız.
Anlaşılan o ki insan, modernite ile birlikte yüklerinden kurtulunca (!) dünyevi hazlarını merkeze alan hayat biçimini bir ideal, bir gereklilik olarak gördü. Hal böyle olunca ‘Müslüman kabullenişi’ içerisinde kendine yer edinen benmerkezci, seküler bir hayat biçimi benimsendi fakat insan ruhu bu biçimi hep reddetti. Bu reddediş esnasında yaşanan her gelgitte, insan ruhundaki uhrevi sular da çekildi ve beden, hayat belirtisi olmayan ölü bir denize dönüştü.
İnsan, yaşadığı gelgitlerin etkisi altında olduğundan büyük bir çağ hastalığını kendine ‘kurtarıcı’ olarak gördüğünün farkında olmadan yaşar oldu. Benmerkezciliğin psikiyatri hekimlerince çağın önemli hastalıklarından biri olarak görülmesi, hastalığı şifa zanneden insanı anlamayı zorlaştırsa da günümüzde olan bitenin anlaşılmasını sağladı.
Hülasa, diğerkâmlık yoksunluğumuzun ve benmerkezciliğimizin kaynağı, gelenekten kopuşla birlikte Allah inancına hayatımız içerisinde yeterince yer veremeyişimiz oluşturdu. Bunu öngörmeliydik: Kur’an Kerim’in ve Sünnetin temellerini oluşturduğu mefhumlar hayatımızdan çıktıkça yeni istilacı bir tür olan benmerkezcilik, elbette hayatımızın içini dolduracaktı.
Kontrolü tekrar ele almak saf bir geri dönüşle mümkün pekâlâ fakat buna talip olanlar, geri dönüş talep etmeyecekler arasında azınlıkta kalacağını da unutmamalı. Çoğunluğun tahakkümü, azınlığın saf niyet ve emellerine engel olduğunda; çoğunluğun mu yoksa azınlığın mı özgürlüğü kısıtlanacak onu ancak iyiler harekete geçince anlayabileceğiz. Fakat kötülüğün hüküm sürdüğü dünyada iyilerin harekete geçemeyeceğini düşünenler “Allah, plan yapanların en hayırlısıdır.”(Enfal,30) ayetinin sırrına mazhar olamadıkları sürece bu düşüncenin yılmaz savunucusu olarak kalacaklar.
Ben’den başka bir şey demeyenlerin var olduğu ve itibar gördüğü bir çağda elbette işimiz kolay değil. Ne yapmamız noktasında ciddi tereddütlerimiz var; bu durumu lehe çevirecek gücümüz de aleyhimize çevirecek cesaretimiz de yok. Ayrıca benmerkezciliğin panzehri olan diğerkâmlığın sorumluluğu altında ezilmek(!) istemiyoruz. Bu nedenle İslam’ın diğerkâm olmanın dünyevi ve uhrevi mükâfatları olduğunu hatırlatan müjdeleri artık bizi cezbetmiyor.
Modernite ile birlikte İslam’ı ve ondan beslenen gelenekleri hayatımızın içinden çıkartarak aynı hayatın içine yaratılışımıza aykırı her şeyi ithal etmenin bir bedeli bu. Bu ithalat iştahı, dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü düşünmemizi de dünyanın uydusu oluşumuzu da açıklıyor. Eğer yeni bir başlangıç yapacaksak dünyevi ve uhrevi manada istiğfar etmek iyi bir başlangıç olabilir. Çünkü bir kelam-ı kibar cümlesinde şöyle söylenir; “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.”