Umarım Aralık ayında olmaz
Son yazımda faiz indirimi konusunda Ocak ayı PPK toplantısını işaret etmiştim. Fakat anlaşılan o ki piyasanın Ocak ayını beklemeye takati kalmadı.
Ar-Ge çalışmalarında, inovasyonda, markalaşmada bir tülü başarılı olamadığımızdan katma değerli ürün oluşturamıyoruz. Oluşturamayınca da başkasının ürettiklerine muhtaç kalıyoruz.
Bunların varlığı ile elde edilen gelirlerle enerji açığımızı kapatmak varken yokluklarından ötürü bir de o taraftan açık verince sürekli halde dışarıdan gelecek sıcak paraya muhtaç kalıyoruz. Bu parayı da ülkeye getirmenin tek yolu yüksek faiz. Yani emek ve ileri teknoloji ürünü olmayan teçhizatlarımızla ürettiğimizin önemli bir bölümünü üzüle üzüle yurtdışındaki sermaye sahiplerine teslim etmek…
İçerdeki borçlanma da apayrı bir mesele. Gelir dağılımımızı bozdukça sosyal yapımız bozuluyor. Bozuldukça da ardı arkası kesilmeyen problemlerin önündeki barajların kapakları birer birer açılıyor.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana zaman zaman tel örgüleri aşacak gibi olsak da bir türlü kurtulamadığımız iktisadi bir hapishanedeyiz adeta.
Halbuki bırakın 19.yüzyılı, burnumuzun ucundaki ülkeler dahi son 20-30 senede planlı programlı çalışıp bu hapishaneden kaçmayı başardı.
Kimler geldi, kimler geçti. Biz hala aynı duvardan atlamaya çalışıyoruz.
Peki, bu hapishaneden kaçmanın anahtarı olan katma değerli ürünler için ne lazım?
Yetişmiş insan kaynağı, sermaye ve programlı bir devlet desteği.
Bunların üçünün de temelinde eğitim var. Çağın gereklerine uygun bir eğitim sistemi…
Bir türlü başaramıyoruz. Üstüne bir de yetiştirdiklerimiz başka ülkelerin katma değer üreten şirketlerine kaçıyor.
Bu üç direğin çatısı da çok önemli. O da rekabet ortamı. Rekabetin olmadığı bir ortamda asla inovasyon ve ilerleme ortaya çıkmıyor.
Sosyalist ülkelerin çöküşündeki bölüşüm saçmalığından ve totaliter rejimlerin yaşattığı fırsat eşitsizliğinden ötürü hiçbirinde rekabet gelişmedi/gelişmiyor.
Bunların az ya da çok derecede eksik olduğu ülkelerin tamamında ekonomiler sürekli arıza veren otomobillere benziyor. İki de bir bakıma-tamire gitmek, yani borçlanmak zorunda kalınıyor.
Her alınan borç problemlerin düzelmesine yeterli vakit tanınmadan ödendiğinden de işler daha da sarpa sarıyor.
Günü kurtarmak öylesine önemli hale geliyor ki bir zaman sonra alışılıyor ve kök nedenlere inmeyi, problemleri sürdürülebilir şekilde çözmeyi kimse hayal bile edemiyor.
Hatta bunlarla uğraşanlara prim verilmediği gibi bu “çok bilmişlerden” hiç hoşlanılmıyor.
Onun yerine çok daha basit bir kısa yoldan günü kurtarma talebinde diretiliyor. “Faizleri indirin, asgari ücreti çok artırmayın ve bize başkalarının birikimlerinden ucuz kaynak sağlayın” deniliyor.
Ar-Ge çalışmaları, inovatif süreçler, markalaşma hamleleri, beşeri sermaye oluşturmak… Bu uzun vadeli sürdürülebilir planlar yerine ucuz kaynakla günü kurtarma planları tercih ediliyor.
Her bir sektörü bir başka az gelişmiş ülke ucuz işçiliği ile kendisine çekerken adeta sürüden birer birer eksilen koyunlar sayılıyor.
Kimse yarın sıranın kendi sektörüne geleceğine inanmıyor. Belki de umursamıyor. Yine günü kurtarma ilk öncelik…
Tek maarifeti ucuz işçilik ve ucuz sermaye ile üretim yapanların vizyonu ne yazık ki bir türlü gelişmiyor. Onun da temelinde eğitim var kuşkusuz.
Türkiye’de kuruluşundan bu yana hep benzer tartışmalar yaşandı. Rahmetli Özal zamanında dışa açılan Türkiye için büyük bir vizyon hayal edildi. Fakat ne yazık ki olmadı. Dünya çapında marka sayımız coğrafyamız, genç nüfusumuz, tarihi misyonumuz, iklimimiz ve jeopolitik konumumuz hesaba katıldığında olması gerekenin %1’i bile değil.
Bir gün faizin indirilmemesi için (en azından enflasyonla mücadelede Merkez Bankasının kendi anketlerine göre vatandaşın seneye %70’lerde bir enflasyon beklentisi varken) yazı yazacağım asla aklıma gelmezdi.
Fakat aynı duvarın önünde zıplayıp duran bir ekonomi görmek içimi öylesine sıkıyor ki… Sırf birileri istiyor diye tüm bu 16 aylık mücadelenin boşa gitmesine gönlüm razı olmuyor.
Önceki yazılarımda da söylemiştim. Son vatandaş ikna olmadan bitirilen bir sıkı para politikası kesinlikle yeniden enflasyon üretecektir. Çünkü enflasyonun kaynağı devletlerin borçlanması ve aşırı para arzının milli paranın değerini düşürmesidir.
Bu çerçevede bu hesabı ödeyecek olan da vatandaşlardır. Hesabı ödemeye ikna edilmedikleri sürece de o hesap ödenmediği gibi artmaya devam eder.
Anketler ve alternatif ölçümler sürecin bitmediğini söylerken, böylesine alelacele ve ısrarla söylenen “aylık enflasyonda kalıcı ve belirgin düşüş” görülmeden yapılacak bir enflasyon düşüşü sadece ama sadece yüksek faizden ötürü sürekli halde biriken para arzının hareketlenmesine yani daha büyük bir enflasyon dalgasına neden olacaktır.
Umarım Aralık ayı yerine en azından ücretlerdeki artışla birlikte veri oluşturacak ve halkın zayıf da olsa enflasyona ilişkin düşüş beklentilerini tamamen yok etmeyecek şekilde Ocak ayında indirim yapılır.
Umarım korktuklarım başımıza gelmez…