Dolar (USD)
34.46
Euro (EUR)
36.54
Gram Altın
2925.76
BIST 100
0
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
20 Kasım 2024

Hamuş: Konuşanların Susturduğu

Çocukları yetişkinlerden ayıran en temel fark bana göre inanç seviyeleridir. Onlar inanırlar; insana, tabiata, yarının bu günden güzel olacağına... Hayalleri çoktur bu yüzden, değiştirme kudretini kendilerinde bulurlar. Yazık ki çocukken güzel inançların üzerinde kümelendiği dünya, yaş aldıkça onda seyahat edenlerin el izleri, göz izleri, söz izleriyle yaralanmış görünür gönüllere... Hayat çocukların ve çoğu zaman ilk gençlik döneminin hassas ve lirik atmosferini taşıyanların muhayyilesinde gittikçe körelir, yaşanabilirliğini yitiren bir külfetle yer değiştirir. Üstelik bu eksilme kişinin inançları, inandıkları nispetinde gerçekleşir.

Hayatı olduğu ya da olması gerektiği gibi değil, hayalimizde canlandırdığımız gibi betimlemek gerek” diyor Anton Çehov Martı kitabında. Bu mümkün mü? Belki bir müddet saf niyetin, samimiyetin bizi realiteden çıkardığı, gereğinden fazla duygudaşlık kazandırdığı koridorlarda oyalanmak mümkün. Belki bir süre çocuksuluğumuzun verdiği o nadide nahifliği iyi niyet olarak zamanın kalbine kodlayabilmek mümkün. Ben bu basamaktaki bireyi Genç Werther’in Acıları’nda anlatılan (Goethe, s. 37) Bologna taşına benzetiyorum. Bologna taşı güneşe çıkarılınca güneş ışınlarını çeken, gece olduğundaysa çektiği ışıkları ancak bir zaman yansıtabilen bir taş. Ancak yaş aldıkça yaratılana bakışımızın ve hadiseler karşısındaki tavrımızın yara aldığı hakikat. Özüyle çelişen sözün çoğalması ve artık şizofreni kapsamına sızmasıyla yaralanışımız yalnızlığa dönüşmekte.

“Fazla tevazuun sonu vasat insandan nasihat dinlemektir” demiş hâl ehli. Bu sözlerin ne büyük tecrübelerden süzülerek yamacımıza sokulduğunu gün geçtikçe daha çok anlıyoruz. Yüreği şikâyet balçığında pişenin yorgun bir âh’a tahammül edemediğini gördükçe, kusurunu diğerinin masumiyetiyle örtenin kurgu yeteneğiyle yüzleştikçe, hele çok konuşanın sükût türküsü söyleyerek algı sanatında ustalaştığını fark ettikçe kırıklıkların açtığı yollardan derinliklerimize ilerliyoruz. Bu yolculukta sık dokunmuş ve insan geçmemiş ormanlarla, rengârenk kumlarla, el ayak değmemiş nehirlerin yalnızlığıyla karşılaşıyor, karşılaştıkça yaklaşıyor, yolun sonunda kendimize varıyoruz. Kendine varmak güzel. Dingin. Kendini ötelediğin yerden bulup çıkarmak zorsa da huzurlu… Umutlu. Hem burada anlıyoruz ki küllî iradenin çizdiği istikamette bir varlık taşıyorsa da kendisi dışında husule gelenler üzerinden de bir varlık ortaya koyabilir insan.

Kişi bazen çok derin kırılmalar yaşıyor. Kırgınlığın niteliği ise değişim ve dönüşümün büyüklüğüyle belirleniyor. Ama bazen bu kırılmalar büyük hadiselere dayansa da bazen bardağın dolum yerini teşkil ediyor. Örneğin bir ömür yükünü sırtlandıklarınızın psikolojik bir zaaf içinde olduğunuzda sergiledikleri tavır… Örneğin muhatabınızın kendi hayatında uygulayamadıklarını size “akıl verme” adı altında sunma trajikomedisi... Örneğin konuşma ve tüm enerjinizi aktarma yoluyla güç kazandırdıklarınızın zor dönemlerinizde susarak yalnızlaştırma eğilimi… Örneğin “olamayan” insanoğlunun kafasında var ettiği dünyada yaşaması ve olmuş gibi davranması. Belki de Yıldız Ramazanoğlu’nun Papağanlar Panayırlar Hasatlar’da zikrettiği gibi daima tekrarlanan “biz birliği”nin ben’leri ortadan kaldırarak gerçekleştirilmesi (s. 90); “Benliğe kasteden, onu boğan, köşeye sıkıştıran birlik, kimseye hayrı dokunmayacak hastalıklı bir buluşmadır. Ancak müstakil varlığını geliştirme ve yüce bir değere taşıma imkânı veren birlikteliklerde kişiler ötekinin değerini teslim edebilir.” Yazık ki bugün artık kan bağı, can bağı, gönül bağı olanların dâhi “biz” adı altında benliğe ambargo uyguladığı ve kendi menfaatlerine hizmet uğruna insan varlığını harcadığı yerdeyiz. Kişi, kıyametini kendi içinde yaşarmış. Dünyamız annenin evlattan, kardeşin kardeşten kaçtığı bir mahşer yeri. Hep bu sebepten hasarlı ve yaralı insanların o büyük ailesine dâhil oluşumuz… İşte yaşana yaşatıla birikime sebep olan bu gibi üzücü, yıpratıcı hadiseler artık sessiz iklimlere kulaç atmamızın zamanı geldiğini fısıldıyor. Belki de haykırıyor çünkü sizden daimi bir ego tamirciliği talep edenlerin anlattıkları duymanıza yeterli gelmeyebiliyor.

Hasarlı yanlarımızı onarmanın ilk basamağı uzaklaşmak… Ne kadar yakınlık iddiası taşırsa taşısın, kem sözün dar kalıplarını aşamamış ve bize kendimizi bir şekilde kötü hissettirmeyi başarmış insanlardan önce gönlü uzaklaştırmak... O demde perdeler açılır ve uzakta unuttuklarımızla buluşmamız başlar…

Selam ile