Hamuş: Konuşanların Susturduğu
Çocukları
yetişkinlerden ayıran en temel fark bana göre inanç seviyeleridir. Onlar
inanırlar; insana, tabiata, yarının bu günden güzel olacağına... Hayalleri
çoktur bu yüzden, değiştirme kudretini kendilerinde bulurlar. Yazık ki çocukken
güzel inançların üzerinde kümelendiği dünya, yaş aldıkça onda seyahat edenlerin
el izleri, göz izleri, söz izleriyle yaralanmış görünür gönüllere... Hayat
çocukların ve çoğu zaman ilk gençlik döneminin hassas ve lirik atmosferini
taşıyanların muhayyilesinde gittikçe körelir, yaşanabilirliğini yitiren bir
külfetle yer değiştirir. Üstelik bu eksilme kişinin inançları, inandıkları nispetinde
gerçekleşir.
“Hayatı olduğu ya da olması gerektiği gibi
değil, hayalimizde canlandırdığımız gibi betimlemek gerek” diyor Anton
Çehov Martı kitabında. Bu mümkün mü? Belki bir müddet saf niyetin,
samimiyetin bizi realiteden çıkardığı, gereğinden fazla duygudaşlık
kazandırdığı koridorlarda oyalanmak mümkün. Belki bir süre çocuksuluğumuzun
verdiği o nadide nahifliği iyi niyet olarak zamanın kalbine kodlayabilmek
mümkün. Ben bu basamaktaki bireyi Genç Werther’in Acıları’nda
anlatılan (Goethe, s. 37) Bologna taşına benzetiyorum. Bologna taşı güneşe
çıkarılınca güneş ışınlarını çeken, gece olduğundaysa çektiği ışıkları ancak
bir zaman yansıtabilen bir taş. Ancak yaş aldıkça yaratılana bakışımızın ve
hadiseler karşısındaki tavrımızın yara aldığı hakikat. Özüyle çelişen sözün çoğalması ve artık
şizofreni kapsamına sızmasıyla yaralanışımız yalnızlığa dönüşmekte.
“Fazla tevazuun sonu vasat insandan
nasihat dinlemektir” demiş hâl ehli. Bu sözlerin ne büyük
tecrübelerden süzülerek yamacımıza sokulduğunu gün geçtikçe daha çok anlıyoruz.
Yüreği şikâyet balçığında pişenin yorgun bir âh’a tahammül edemediğini
gördükçe, kusurunu diğerinin masumiyetiyle örtenin kurgu yeteneğiyle
yüzleştikçe, hele çok konuşanın sükût türküsü söyleyerek algı sanatında
ustalaştığını fark ettikçe kırıklıkların açtığı yollardan derinliklerimize
ilerliyoruz. Bu yolculukta sık dokunmuş ve insan geçmemiş ormanlarla, rengârenk
kumlarla, el ayak değmemiş nehirlerin yalnızlığıyla karşılaşıyor, karşılaştıkça
yaklaşıyor, yolun sonunda kendimize varıyoruz. Kendine varmak güzel. Dingin.
Kendini ötelediğin yerden bulup çıkarmak zorsa da huzurlu… Umutlu. Hem burada
anlıyoruz ki küllî iradenin çizdiği istikamette bir varlık taşıyorsa da kendisi
dışında husule gelenler üzerinden de bir varlık ortaya koyabilir insan.
Kişi
bazen çok derin kırılmalar yaşıyor. Kırgınlığın niteliği ise değişim ve
dönüşümün büyüklüğüyle belirleniyor. Ama bazen bu kırılmalar büyük hadiselere
dayansa da bazen bardağın dolum yerini teşkil ediyor. Örneğin bir ömür yükünü
sırtlandıklarınızın psikolojik bir zaaf içinde olduğunuzda sergiledikleri
tavır… Örneğin muhatabınızın kendi hayatında uygulayamadıklarını size “akıl
verme” adı altında sunma trajikomedisi... Örneğin konuşma ve tüm enerjinizi
aktarma yoluyla güç kazandırdıklarınızın zor dönemlerinizde susarak
yalnızlaştırma eğilimi… Örneğin “olamayan” insanoğlunun kafasında var ettiği
dünyada yaşaması ve olmuş gibi davranması. Belki de Yıldız Ramazanoğlu’nun Papağanlar
Panayırlar Hasatlar’da zikrettiği gibi daima tekrarlanan “biz
birliği”nin ben’leri ortadan kaldırarak gerçekleştirilmesi (s. 90); “Benliğe kasteden, onu boğan, köşeye
sıkıştıran birlik, kimseye hayrı dokunmayacak hastalıklı bir buluşmadır. Ancak
müstakil varlığını geliştirme ve yüce bir değere taşıma imkânı veren
birlikteliklerde kişiler ötekinin değerini teslim edebilir.” Yazık ki bugün
artık kan bağı, can bağı, gönül bağı olanların dâhi “biz” adı altında benliğe
ambargo uyguladığı ve kendi menfaatlerine hizmet uğruna insan varlığını
harcadığı yerdeyiz. Kişi, kıyametini kendi içinde yaşarmış. Dünyamız annenin
evlattan, kardeşin kardeşten kaçtığı bir mahşer yeri. Hep bu sebepten hasarlı
ve yaralı insanların o büyük ailesine dâhil oluşumuz… İşte yaşana yaşatıla
birikime sebep olan bu gibi üzücü, yıpratıcı hadiseler artık sessiz iklimlere
kulaç atmamızın zamanı geldiğini fısıldıyor. Belki de haykırıyor çünkü sizden
daimi bir ego tamirciliği talep edenlerin anlattıkları duymanıza yeterli
gelmeyebiliyor.
Hasarlı
yanlarımızı onarmanın ilk basamağı uzaklaşmak… Ne kadar yakınlık iddiası
taşırsa taşısın, kem sözün dar kalıplarını aşamamış ve bize kendimizi bir
şekilde kötü hissettirmeyi başarmış insanlardan önce gönlü uzaklaştırmak... O
demde perdeler açılır ve uzakta unuttuklarımızla buluşmamız başlar…
Selam ile