Hikâye okumayı severim. Kurgularını kendi hikâyesiyle buluşturabilmiş ve o samimiyeti satırlara zerk etmişlerin hikâyelerini okumayı daha çok severim.  Fatma Türk’ün son kitabı Kırlangıç Ağırlığında’yı elime aldığımda yaşam öyküselliğin samimiyete dönük yüzüyle örülü bir mahfaza içinde saklandığını biliyordum. Bir önceki kitabı Hastane Kokusu (Şubat 2023, Şule Yay.) bana bu bilgiyi fısıldamıştı. Kırlangıç Ağırlığında da edebî yürüyüşüne önce kendi hikâyesiyle istikamet çizen kalemin daha da derinleştirdiği içtenliğinin bir arzuhâliydi.

Kırlangıç Ağırlığında Kasım 2024’te Şule imzasıyla çıktı. “Eşime, oğullarıma ve kırlangıçlara” ithafıyla başlayan kitap on beş hikâyeye yer veriyor, seksen sekiz sayfa.

Kitabın ilk hikâyesi babasıyla Mannheim’de yeni bir yaşama doğru yolculuğa çıkan ve elli metrekarelik ev tasviriyle mikro yaşama mahkûm bir çocuğun bakış açısından aktarılıyor. Üslûba hâkim çocuk saflığı içerisinde yaşamın bütün bir öyküsü özetleniveriyor. Babanın işi için eşinden ayrı gelmek zorunda kaldığı doksan günlük seyahat “hem niye bize vermezler ki annelere? Niye bölerler insanları görünmez yerlerinden! İnsan havasız, banyosuz, annesiz ölmez mi burada!” cümleleriyle işlenirken bir geçit, daha genç, belki olgun bir dile evrilen anlatıcının doksan gün için gittiği oksijensiz alanda “iki bin beş yüz elli beş gün kaldığını” ve içselleştiremediği o sokağa, sonra eve dışardan bakışını ortaya koyuyor. Akıcı. İçeriğin tüm ağırlığına rağmen Mannheim serüveni kırlangıç ağırlığında bir cümle ile sunuluyor okuruna. Fatma Türk öykülerinin karakteristiği bu! Sözü uzatmadan, dolandırıp sündürmeden çok şey anlatmak... Öyküyü okurken on üç yaşında Mannheim şehrine yerleşen yazarın kendinden yola çıkıp çıkmadığını düşündüm. Öyleymiş… İnsan yazı ile yaşamak isteyince “raylı yollardan”, “kahverengiden”, “hayatını ikiye ayıran makaslardan”, “kirli gökyüzünden”, “ilk gençlik yıllarının huzursuz günlerinden” de (s. 15) kibar bir öykü derleyebiliyormuş.

İkinci öykü, kitaba adını veren “Kırlangıç Ağırlığında”. Burada belirginleşiyor, netleşiyor resim. İlk öyküde buram buram hissettirilen annesizlik ile ablalık yükünün devamı bir hayatın ağır parçalarını okuduğumuz hissiyatını zerk ediyor bu ikinci öyküde:

Güneşten bir parça kesip evin ortasına yerleştirmek istiyorum. Ama gel gör ki güneşin buralara uğradığı yok. Göçmen kuşlar da yok. Göçmen insanlar var bu memlekette bolca. Kuşların tercih ettiği sebepten ötürü değil üstelik. Bu bir tercih bile değil. Ebeveynlerin aldığı demokratik olmayan kararlardan, geleceğin belirsiz günlerini daha da belirsizleştirmek adına attığı isabetsiz adımlardan biri. Belki de kader. Boyun eğilmesi gereken türden bir şey. Henüz seçemediğiniz ama yaşamak zorunda kaldığınız, seçecek yaştayken de bırakamadığınız şeyler oldu mu hiç? Benim oldu.

Kader bilgisinin insanı uyuşturan bir şeye dönüştüğünü (s.18), sığınma isteğine müsamaha göstermeyen enişteye kırbaçlayan gözlerle verilen cevabı (s.19), küçücük gövdeleri yutmaya hazırlanan bir balina ağzına benzetilen okulu imleyen okul zamanını bu yaşında da bir çocuk safiyetiyle anlatıyor burada yazar. İlginçtir eserin üçüncü öyküsü “Kanatlarımın Doğuşu” da “evde anne-abla karışımı yeni bir tür, okulda adaptasyonunu tamamlamamış bir öğrenci, bu ülkenin asık suratlı insanlarıyla bütünleşmiş bir yurttaş, kısacası hep bir şeyler olmam bekleniyordu” cümlesinin yükünü alıp sırtına, okul günlüğüne yer veriyor. Okur, okul zamanlarının Zeliha ve Sanele adını taşıyan birbirine zıt iki karakterini hep anlatıcının okul günlüğü olarak adımlıyor. Nitekim Kırlangıç Ağırlığında’nın bundan sonraki öyküleri “Kötü Çocuk” ile “Beni Görünür Yapıyor Bu Şehir” de de gurbet izleğinin, hasretin, arafta kalmışlığın, sığınıp sığamamışlığın izleri takip ediliyor. “Kötü Çocuk”ta anlatıcının dil öğrenimi, Arnavut kökenli Admir üzerinden anlamlandırılırken Admir’in ani intiharı yazarı bir muhasebeye, bir park köşesinde, tanımadığı biriyle sohbete götürüyor. “Beni Görünür Yapıyor Bu Şehir” de, ilk metinde tarif edilen mutfak kapısı ardındaki küçük duş kabini vatandaki eski ama geniş banyo ile mukayese edilerek derinleştiriliyor. Gazze’nin merkez alındığı “Kopuntu” ise yoğun bir duygu geçidine yer veriyor.

Kırlangıç Ağırlığında öykülerine mekân olarak gurbet diyarını seçiyor. Bu, Anadolu’nun bağrında filizlenen öykülere aşina okur için hayli merak uyandırıcı, dikkat çekici bir yenilik. Gurbet bazen çalışmak için Almanya’ya giden ve senelerce dönmeyen bir baba üzerinden anlamlandırılırken (Kesik Parmak) bazen de batıl inanç diyebileceğimiz kimi hadiseler nükteyle, modern bir tarzda ele alınıyor (Yumurta Büyüsü). Bu arada “İnce Doğranmış Yuvarlak Dilimli Patatesler” ve “Kesik Parmak” metinlerinin birbirlerinin tamamlayıcısı olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Bunu karakter olarak seçilen Şükran’dan anlamak mümkün…

Fatma Hanım’ın hikâyeleri ne çok uzun ne çok kısa. Pek çoğu okurunu sıkmamak, yormadan anlatmak nezaketi göstermek için ölçülerek yazılmışçasına tam kararında. Bir mezar taşına bakarken geriye dönüş tekniğiyle okunan gönül bağının öyküsü “Kutsallar, Kardinaller ve Biz” de derinliğin uzunlukla bağlantılı olmadığının delili durumunda. Hülasa Kırlangıç Ağırlığında akıcı, eğlenceli, lirik bir lezzet sunuyor. Lirik, çünkü öyküyle yaşama tutunduğunu bu son kitabıyla daha yüksek bir seviyeden izhar eden sevgili Fatma Türk’ün temiz bir nehir berraklığındaki pek çok cümlesi şiir tadında:

Daracık vagonlara sıkıştırılmış ikili ve dörtlü koltuklar sadece ekmek kırıntılarıyla değil hikâye kırıntılarıyla da doluydu. Kısıtlı zaman dilimlerine sığdırılmış bu yarım hikâyelerin hangi şartlarda olursa olsun hayata karışmak gibi bir huyu vardı. Gürül gürül akan nehir gibi canlıydı her biri. Dondurulamazdı. Hayattan kısa bir kesit başka bir hayata eklemlenir, onunla iç içe geçer ve sonra yine kendi yatağına doğru akıp giderdi. (s. 63-64)”