Galder Gaztelu-Urrutia’nın yönettiği 2019 İspanyol yapımı “The Platform” filmini izleyenler bilir.

Urritia bu filmde, epey bir zamandır içinde yaşadığımız dünyanın adaletsiz, eşit olmayan, acımasız sınıf farklılıklarını, aç gözlülüğü ve insanoğlunun hırslarını keskin ve net bir biçimde gözlerimizin içine soka soka anlatıyordu.

En üst katta yönetim tarafından hazırlanan kusursuz birbirinden özel ve lezzetli yemekler en üst kattaki birinci seviyedekiler tarafından önce bir güzel afiyetle yeniliyor.

Bunlar bana göre küresel servetin % 50’sinden fazlasını tekellerinde tutan finans baronlarıdır. Bir müddet sonra sofra bir alt kata doğru indiğinde orada da bir üsttekiler tarafından bırakılan yemekler yine aynı açgözlülükle tüketiliyor.

Ne var ki aşağıya doğru inildikçe sofrada hiç yemek kalmıyor. Bu sefer de insanlarda huzursuzluk baş gösteriyor hatta birbirlerini yemeye başlıyorlar.

Tarkovski’nin Nostalgia’sındaki delinin “dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler, sözüm ona sağlıklı olanlardır" dediği türden…

En üstte serveti tekelinde tutan bu güçler haliyle topluma bir şey bırakmıyor. Kaldı ki toplumun her ferdi onlar nezdinde birer müşteri konumundadır. O yüzdendir ki her birey üzerinde kontrol sahibi olmak isterler.

İdeolojiler bu yüzden vardır. Hatta siyasi partiler, dernekler, sivil toplum örgütleri, cemaatler ve okullar üzerinden toplumları belirli bir seviyede tutmak ve kontrol etmek için büyük çaba sarf ederler.

Bunlar sürekli yiyen bir tabakadır. Asıl mesele dünya servetini kimseye kaptırmamaktır. Bunun için büyük savaşlar çıkarmaktan da geri durmazlar.

Jeremy Bentham’ın hapishane mimarisinden yola çıkarak kavramsallaştığı “Gözün İktidarı” adlı kitabında dile getirdiği gibi; Tanrısallaştırılan küresel iktidarın toplum üzerinde denetlediği bir “Göz” imgesi vardır.

Bu durum hayatın her alanında gözetlenerek denetlenen insanlığı temsil eder. Bu toplumların uyanmaması için gerekli bir mekanizmadır.

Bakınız, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir önceki düzen tasfiye edilerek yeni uluslararası kuruluşlar kuruldu.

Örneğin, küresel bir yönetim organı olarak BM, finansal akışların kontrol etmek için IMF ve Dünya Bankası, kimlik ve hareketliliğin tam olarak kaydedilmesi için ulusal kimlik kartlarının ve pasaportların tanıtılması, iktidarların sığınabileceği bir liman(kılıf) olarak insan haklarının kanunlaştırılması vs.

Bugün de yeni bir dünya savaşı sonrası BM tasfiye edilerek ya da düzenlenerek yeni bir dünya hükümeti kuracaklar. Şimdilik toplumları kışkırtarak siyaset kurumuna olan güveni topyekûn ortada kaldırmak istiyorlar.

Öyle ki çoğu liderin de “WEF genç küresel liderler” eğitim tezgâhından geçtiğini düşünürsek yeni bir düzenin arifesinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Anlayacağınız yine daha fazla yemek ve sömürmek için bu sefer insan mefhumunu tamamen ortadan kaldıracaklar.

Bugün Türkiye nüfusunun %60’ı hemen her gün üç saatini sosyal medyada geçiriyor. Sahte, sanal bir hayatın hastalık kapmış, her geçen gün tükenen canlıları gibiyiz.

Goethe, “Akılsızlar, hırsızların en zararlısıdır” der. Çünkü zamanımızı, huzurumuzu, insanlığımızı, derinliğimizi çalarlar. Sosyal medya trendleriyle birer denek haline dönüştürülen zavallı çaresiz insanları görünce platformun en tepesindeki yiyicilerin mutlu olduklarını anlayabiliyoruz.

Peki, çare nedir?

Allah, insan ve âlem arasındaki ilişkiyi ontolojik, epistemolojik ve metafizik olarak ele almalı ve manevi kişilik eğitiminden geçerek, insan olmanın şerefini kaldığımız yerden yakalamanın yollarını aramalıyız. Yani insanlığımıza ve özgürlüğümüze sahip olmalıyız.

Çünkü insan özgürleştikçe, kendini bilir, insanlaşır ve ilahi nizamın en temel unsurlarından biri haline gelir ve ancak o zaman kendi ekseni etrafında dönmeye başlar. Buna ihtiyacımız var.