Şair Edip Cansever’in “Mendilimde Kan sesleri” adlı şiirindeki bir mısraı şöyledir: “İnsan Yaşadığı Yere Benzer”.
Şairin hem şehre ve hem de orada yaşayana dair çok önemli bir noktaya işaret ettiği gibi, eğer yaşadığınız yer temiz, güzel, estetikten payını almış, çevreye, insana saygılı, medeniyetin kurallarıyla yönetilen yerse; burada yaşayan insan da tıpkı yaşadığı yere benzer. Ölçülü, sorumluluk sahibi, etrafına saygılı, tarihe ve kültüre meraklı, sevginin ve saygının incelttiği bir kimlik taşır.
Eğer yaşanılan yerde bu söylediklerimize dikkat edilmiyor ve insanlar bunların tersi görüntülerle karşılaşıyorlarsa; gün gelip onların da kendilerine çizdikleri yol, yürüdükleri hedef; karmaşa, kötülük, insanlıktan uzak, kendine ve çevresine yabancı, yıkıcı ve yok edici bir davranış biçimine dönüşecektir. Zira şehirlerin böylesi bir etkisi vardır ve kendini mekân tutanları zaman içerisinde belli bir kalıba ve kendinin istediği, kendinin belirlediği bir şekle sokar. Bunu yapan da elbette ki insandır ve diğer insanlara tanıdığı hak; iyilikle kötülük arasında kalmaktır.
Hayata ve yanlışa direnebilenlerin dışındaki kişilerin; kendilerine sunulmuş ya da dayatılmış böyle bir yaşantıya “hayır” diyebilmeleri ve çoğunluğun onlar tarafından meydana getirilebilmesi çok zor ve hatta imkânsızdır. Kısa bir süre önce bin bir emekle yapılan ve insanların hizmetine sunulan güzellikleri, kısa bir süre sonra darmadağın edilmiş bir vaziyette görmeniz; belki de aklınıza şu soruyu getirecektir: “Acaba şehri barbarlar mı bastı da benim haberim yok.”
İyiliğin de kötülüğün de sebebi olan insan; gördüklerinden ve yaşadıklarından hisse almasını, kendine pay çıkarmasını bildiği nispette ya iyiliğin ya da kötülüğün peşinden gider. Ailenin, içine doğulan çevrenin, yaşanılan yerin ve alınan eğitimin bunda büyük payı vardır ve şehirler; bu süreçten elde ettikleri bilgilerle, tecrübelerle, birikimlerle yoğrulan insanlar vasıtasıyla şehir olma vasfını kazanırlar ya da kaybederler. Öncelikle kendisinin değerinin ve öneminin farkına varmasını bilenler; ne bir karıncayı incitirler, ne bir insana zarar verirler ve ne de bir eski evin, bir tarihi eserin yıkılıp yok olmasına tahammül edebilirler. Onlar ve onlar gibiler; insanın dünyaya gönderiliş amacının “dünyayı güzelleştirmek” olduğunun idraki içerisindedirler ki; bunun aksini yapanlardan ve yaptıklarından çok rahatsız olurlar.
Hayatın böyle algılanıp ve böyle yaşanıldığı yerlerde yaşayanlar için, “Sabahla bir tazelik sarıyor kenti! Bir koşuşturma hayat! Siz de katılıyorsunuz, bir kenarından bu akışa. Daha doğrusu hayat, sizi de alıyor kollarına! Sabahla kente dökülmek, güne erken başlamak, insanın üretim gücünü artırıyor; hele de gündeminizi akan zaman belirliyorsa, keyfinize diyecek yok!”
Şehirlerimize reva görülen olumsuz davranışları, gittikçe büyüyen kaotik ortamı anlatırken düşünce olarak zihnimize hücum eden cümlelerden çekip ayırdığımız birisi de şudur ki; “şehirlerimiz kendi geçmişlerini yaşatacak ve bunu geleceğe devredecek insan sayısıyla doğru orantılı olarak büyümüyor.” Elli, yirmi, on, beş ve hatta bir yıl öncenin şehirleri bile değil şehirlerimizi… Bu kadar hızlı bir sökülüşün, dökülüşün ve hatta yok oluşun ortasında kalan yerleşim birimlerinin nereler olduğunu bilebilmek için artık sadece tarihi eserlerine bakmak gerektiğini söylersek; ortaya çıkan manzaranın tanınamazlığının sebeplerini de iyi anlatmış oluruz herhalde…
Bugün tarihi kent nitelemesini yapanların, çoğu yerde bu yargılarına delil olarak gösterecekleri çok fazla bir şey kalmadı. Zira “Kentlerin tarihle iç içeliği, mimarîyle kanıtlanabilir.” ancak...
Oysa bu yok olma ve yok edilmenin, yıkıp dökmenin, duyarlı insanların kalbinde tedavisi mümkünsüz yaralar açtığı unutulmamalıdır. Çünkü bu tür insanlar, şehre bir bütün olarak değil de ayrıntıya dikkat ederek bakarlar. Mesela; “Eski zaman evlerinin kapı tokmaklarına bakınız, bu tokmaklarda zamanın ellerinden çalınan bir büyük mirası görürsünüz. Duyarlık biraz da ayrıntıda değil midir?”
Gerek hayatını aynı şehirde geçirmiş olanlar ve gerekse; göç kervanına katılıp büyük şehirlerin sakini olanlar; bir hatırlayış sonucunda döndüklerinde memleketlerine ya da mahallelerine, sokaklarına; bırakın artık kendilerine ait evi, ne sokağı ve ne de mahalleyi yerinde bulabileceklerdir. Şehrin eskisi olarak şehre baktığınızda; şehir sizi bıraktığınız izler kadar tanır. Siz de şehri taşıdığınız anılar, izler kadar seversiniz. Yüksek binalarla, geniş caddelerle, marketlerle, mağazalarla doludur diye bir şehir belki modern olur, ama güzel olmaz. Şehri güzelleştiren ya da çirkinleştiren; içinde yaşayanlar ve yaşananlardır. Şehre değer kazandıran ve şehri meraklıları nezdinde çekici kılan sahip olduğu tabii ve insanî güzelliklerdir, kökleri tarihin derinliklerine uzanan, bakınca göz alıcı işlemeleri ve taşın kanaviçe gibi nakış nakış dokunduğu mimarî yapılardır.
Eski Anadolu şehirlerinin kendine özgü bir yapılanması, rengi, şekli, soluğu, kültürü, iklimi, bir ruhu, gizemi, bir cezbesi, cazibesi, komşuluğu, dostluğu, vefası; kısacası insanlığı vardı. Hoş görülü, sohbet ehli, faziletli ihtiyarları, meczupları, efendileri ile hayat; bir huzur, bir dinginlik, bir kanaat, bir tevekkül ekseninde kendi halinde akar giderdi ötelere… Hırsın, ihtirasın, bencilliğin, çekememezliğin, harisliğin yerinin olmadığı böylesi bir dünyada insanlar; tek katlı, çift katlı evleri, camileri, türbeleri, medreseleri, mescitleri ve zamanı donduran mezarlıklarıyla uhrevî bir sükûneti, saygıyı, güveni, huzuru çağrıştıran bir duruşu, sade bir dinginliği ve ferahlığı terennüm ederlerdi.
Soluk alınan, enine boyuna rahat yaşanılan, hayattan tat alınan, bir yanıyla mutlaka tanıdık, bir yanıyla mutlaka bizden şehirlerdi bunlar. Bizi anlatan, bizi bilen, bizi anlayan şehirlerdi. Buralarda yaşamanın kendince bir anlamı, kendince bir insani yönü ve kendince bir inanç boyutu vardı. Kavgaların, kaygıların ve gerginliklerin elinde oyuncak değildi buralarda insan ve geçip giden zamana yüklenen anlamın farkındaydı. Ve bu farkındalığını; sokağına, mahallesine, meydanına ve kısacası şehrine yansıtmasını bilirdi ve o şehirden gelip geçen yabancılar; taşına toprağına, kapısına bacasına, çarşısına, hanına, hamamına sinen bu kokuyu hisseder, bu farklılığı sezerlerdi. Asırlarca memleketimize gelip giden seyyahlar, görevliler ve diğerleri; her şeyiyle bize ait olan bu dünyanın çehresindeki tebessümün, ruhundaki gizemin, dilindeki tatlılığın ve dağıttığı adaletin hayranıydılar.
Yararlanılan Kaynaklar: 1.İnsan ve Kent, İslam 2.Geleneğinden Günümüze Şehir ve Yerel Yönetimler. 3.Tarık Demirkan, Cogito, Yaz, 96…