On sekiz bin âlem ve evrensellik
18 bin âlem
diye başlayan cümlelerimiz vardı eskiden. Çocukluğumuzda bu cümleleri çok
işitmiştik. Her işittiğimizde 18 bin âlem ne demek diye derin derin düşünür bir
cevap da bulamazdık. Öyle ya kim saymış 18 bin âlemi tek tek.
Ancak Fatiha
suresini her okuduğumuzda “Rabbül âlemin” ayeti zihnimizde bu soruyu yineledi
durdu… Dini literatüre baktığımızda da ayetlerde ve hadislerde böyle bir sayı
yoktu ama mutasavvıflar bu sayıyı telaffuz ediyordu. Aldığımız eğitimimizle
birlikte birazcık da olsa malumat edinince 18 bin âlemin kesretten kinaye bir
ifade olarak mübalağa edilmiş, sayılamayacak kadar çok denilmek istenmiş diye
geçiştirdik bu soru tekrar zihnimize takıldığında. Yine sonradan öğrendik ki
birbirine benzemeyen her şey bir âlemmiş. Her insan, her hayvan dahası her
canlı…
Taksonomi
ilminde de moneralar, protistalar, mantarlar, bitkiler ve hayvanlardan oluşan beş/altı âlemden bahsedilir. Ziraat
Fakültesinin ilk yılında botanik ve zooloji derslerinde bayağı bir başımızı
ağrıtmıştı bu âlem meselesi… Konuyla ilgili bir makalede bugün, yaklaşık 1,8
milyon farklı organizma çeşidinin var olduğu, her yıl buna birkaç bin
organizmanın daha teşhis edilerek katıldığı, bazı uzmanların 10 milyon kadar
farklı organizma türünün var olduğunu iddia ettiklerini okudum. Bu organizmaların
vücudunun 5 mikron çapındaki bakteriden 100 metreden daha boylu sekoya
ağaçlarına değiştiğini de… İngiliz doğa bilimci John Ray’in 1600’lerin
ortasında 18.000'den fazla farklı bitki çeşidini tanımlayıp sınıflandırdığını
okuduğumda 18 bin âlem sözünün hiç de yabana atılamayacağını da…
Bilim adamları bugüne kadar 1.500.000’den fazla yaşayan hayvan, 800.000’den
fazla da bitki türü tespit etmişler ama bu miktar aslında var olan tüm
canlıların %10’una tekabül ediyormuş.
Âlemlere daha sonra berzah âlemi, misal âlemi, ervah âlemi, rüya âlemi,
cinler âlemi, melekût âlemi gibi yeni kavramlar eklendi… Gerçekten sayısız âlem
vardı. Bu âlemlere matbuat âlemi, şairler âlemi, bestekârlar âlemi, sanal âlem,
sosyal medya da eklenince işin sonunun olmadığına da kani olduk.
Her âlemin kendisine göre bir hiyerarşisi, kuralı hatta bazı alemlerin
nev’i şahsına mahsus raconu bile vardı. Ancak bazı şeyler formal bir düzende
gitmiyordu. Kurallar birilerini bağlıyordu ama birileri kurallara hiç de oralı
olmuyordu. Güç, tüm dengeleri değiştiriyordu…
İnsanlar arasındaki ilişkiler de benzer şeyler var, biliyorsunuz. Normal şartlarda
insani ilişkilerde de değerler ve kurallar belirleyici oluyor. Değerlerin
içinde inançlar ve bu inançların sosyal hayata olan görünmez müdahalesi söz
konusu… Tabi bu yaptırımlar, bu değerlere inananlar ve uygulayanlar için
geçerli… İnsan için en uygun ve en makul değerleri İslam dininde ve onun Kur’an
ve hadislerde vaz edilen kurallarında bulabiliriz.
Sosyal münasebetlerde etkili olan kurallar manzumesine kısaca ahlak
diyoruz. Tabi kendilerini seküler olarak addeden kesimler de kendilerince evrensel
etik değerler manzumesi oluşturmuşlar ve bu değerleri gelir geçer kurallar
olarak insanlara benimsetme derdindeler. Ancak havada asılı kalan bu suni
kurallar işlenmediğinde ve zaman zaman rafa kaldırıldığında bir kontrol mercii de
yok. Örneğin mobeselerin çalışmadığı bir bölgede kırmızı ışık ihlalleri, hız
ihlalleri yaşanabiliyor. Gerekçesi ise mobeselerin olmaması… Hatta kimsenin
görmediği bir yerde her yasak çiğnenebilir algısı da mevcut.
İslam ahlakı ise insanın yaratıcının murakabesi altında olduğu esasına dayanır.
Kimse görmese de Allah görür, kimse bilmese de Allah bilir… Bu şuur bir vicdan
otokontrolüdür aslında… Ve her mümin bilir ki gizli açık işlediğimiz her
fiilden ve hatta eyleme geçmemiş niyetten bile mes’ulüzdür ve ahirette bir
hesap günü vardır. Burada merhum Mehmed Akif’in şu sözlerini hatırlamamak ne
mümkün.
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Ancak bugünün Müslümanları seküler çağın cenderesi altındadır ve seküler
virüsün sirayet etmediği hiçbir dünyevi alan kalmadı.
Yine Akif merhumun yukarıdaki beyitlerinin devamındaki hususlar hasıl
oluverdi.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin
havfı Yezdân’ın...
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen
ne vicdânın.
Yüreklerden Allah korkusu çekilince ne irfanın ne de vicdanın tesiri
kaldı.
En başta eğitim, sonrasında sosyal hayatın tüm bileşenleri. Sonuçta bu
sistemin çarklarından geçen her birey daha dünyevi, daha pragmatist ve daha da
şahsi menfaatlerini önceler duruma geldi.
Herkes birbirinin kuyusunu kazıyor gizli veya aşikâr… Birisinin önüne
geçmek için her türlü entrika mubah ve bunu yapan herkes becerikli, zeki ve iş
bitirici diye tavsif olunduğu gibi takdir bile edilebiliyor. Yalanın her
türlüsü, iftiraya varan söylemler de hakeza… Hedefe giden yolda her şey meşru
ve sonunu düşünenler asla kahraman olamıyor bu düzende… Son derken işin içinde
ahiret ve hesap da dâhil…
Sanal âlem, yapay zekâ, algoritmalar artık sihirli bir asa gibi kimin
elindeyse onu ihya ediyor. Birileri ihya olurken imha edilen gelecekler,
itibarları yerle bir edilen mağdurlar, hak gaspına uğramış mazlumlar,
ezilenler, üzülenler… Sırf kendilerine rakip olabilecekleri endişesiyle bir
şekilde ekarte edilenler… İşte yeniçağın ürettiği âlemlerin yenileri… Mazlumlar âlemi, mağdurlar âlemi, ezilenler
âlemi, üzülenler âlemi…
Batı’da can
çekişen sekülerizme can simidi diye sarılan çağdaş yobazlar… Aydın bağnazlığı
ile Batının çöplüklerinde deşinip buldukları karşısında sevinen zavallı hakikat
düşmanları… zannediyorlar ki bu suni değerler insanlığa huzur ve mutluluk
getirecek…